15 Aralık 2011 Perşembe

Osmanlı'da Ermeni, Türkiye'de PKK sorunu-2


Çok çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu coğrafya, değişimle birlikte gelişim ve beraberinde kırılmalarda yaşıyor. Tarih sahnesinden çekilen yeni devletlerin ve medeniyetlerin yerine yenisi ikame ettirilirken koşullar gereği bir dizi yanlışlıklarda yapılıyor.

Yapılan yanlışlıklar her geçen gün onarılmadığında da çatlamalar, kırılmalar meydana getiriyordu. Meseleyi iyi bir hekim edasıyla tedavi cihetine gitmediğinizde de yara kangren oluyor ve bazen de hasta kaybedilebiliyordu.
Bu gün içinde yaşadığımız coğrafyada o “hasta Osmanlının” onulmaz yarasının olası tedavi sürecini sürdürüyoruz. Aradan geçen süreçte hastayı kaybetmemiz elbette büyük bir şans, ancak; yeterli tedavi metotları da geliştiremediğimiz için hastayı bir türlü ayağa kaldıramıyoruz. Geçici bir dizi tedavi ve telkinlerle hastaya her ne kadar kısa süreli rahatlamalar sağlıyor olsak ta bu hastanın yeniden ayağa kalkarak aramıza dönmesine olanak sağlamıyor.
Yed-i düvelle girdiği çetin harbin sonucunda aile fertlerinden birçoğunu kaybeden Osmanlı elinde kalabilen tek varisi genç Türkiye Cumhuriyetini tarih sahnesine sürüyordu. Yeni Cumhuriyet, değişen dünya konjonktüründe yerini alırken rakipleriyle boy ölçüşebilecek teknik donanımlara sahip değildi. Tek sermayesi “Halkın inancı” ve azmiydi.
Anadolu insanı aslında Cumhuriyete yabancı sayılmazdı. Daha önce meşrutiyet ilan edilmiş, padişahlık “sembolik” bir hale getirilerek halkın yönetime katılmasının önü açılmıştı. Yaklaşık yirmi yıl süren bu süreçte serbest seçimlerinde yapıldığını görüyoruz. Adı her ne kadar da Cumhuriyet değildiyse de işlerliği bakımından tam bir monarşi de değildi…
Mondros Mütarekesinin ardından Mustafa Kemal ve arkadaşları, mütarekede alınan kararların kabul edilemez olduğundan hareketle Milli direnişi başlatırlar ve topyekûn bir savunma ile vatanın kurtuluşunu ve Cumhuriyete giden yolu açarlar.
Misak-ı Millinin kabulü
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 12 Ocak 1920’de toplandı, İstanbul’un işgali tehlikesi altında Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920’de “Misak-ı Millî Beyannamesi”ni kabul etti. Bu kararlarla Ülke bütünlüğü ve şekli sınırlarımız belirginleşiyordu.
16 Mart 1920’de İstanbul işgale edildi. 18 Mart 1920’de de son toplantısını yaparak çalışmalara ara vererek tarih sahnesine çekildi. Mustafa Kemal Heyeti Temsiliye adına yayınladığı bir tamimle “salâhiyet-i fevkalâdeyi haiz bir meclis”i Ankara’ta toplantıya çağırdı. Bu Meclisin Kurucular Meclisi olduğunu kaynaklardan biliyoruz. Ayrıntılara girmeden açıklayacak olursak, Ankara’da 23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yapıyor ve 20 Ocak 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu kabul ediyordu.
Burada asıl dikkat çekici olarak hep üzerinde konuştuğumuz ve atıfta bulunduğumuz 1921 Anayasası bir Türk devletinden bahsetmiyor ısrarla “Türkiye halkları”, Türk Devleti yerine “Türkiye” ve “Türkiye Devleti” ibareleri ile dikkat çekiyordu. Yani etnik bir kimliğe vurgu yapılmıyor, Misakı Milli sınırları içinde yaşayan tüm halkları kuşatıyordu.
1921 Anayasası uluslar arası anlaşmaları imzalama yetkisini Meclis Başkanına veriyor ve Meclis başkanını Devlet başkanı olarak tanzim ediyordu.
Saltanatın Kaldırılması
Bir diğer dikkat çekici konuda hilafetin kaldırılmasıdır.30 Ekim 1922’de Osmanlı imparatorluğunun kaldırıldığı ve yerine Türkiye hükümetinin geçtiği ilan ediliyor 16 Mart 1920’den itibaren de Saltanat kaldırılıyordu (1-2 Kasım 1922). Saltan kaldırılıyordu ancak hilafet korunuyordu. Saltanatın Osmanlı hanedanına ait olduğu ve hanedanlardan ise kimin halife olacağı yetkisi meclisin uhdesine bırakılıyordu.
Meclis seçime gitme kararı alıyor ve Mustafa Kemal’de kendi listesini oluşturuyordu. Haziran-Temmuz 1923’te yapılan Seçimlerde Mustafa Kemal’in listesi galip çıkıyor birkaç kişiden oluşan bağımsız vekillerde yeni meclise giriyordu. Yeni meclisin ilk icraatları arasında cumhurbaşkanlığı seçimi ve Cumhuriyetin ilanı ile birlikte 1921 Anayasası üzerinden yaptığı bir dizi değişiklikleri görüyoruz.
**
Hilafetin kaldırılmasında Lozan’ın etkisi olmuş mudur diye bakacak olursak sürece kısaca bakmamızda yarar vardır.
İtilaf Devletleri Lozan'a İstanbul Hükümeti'ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı.
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalanmış barış antlaşmasıdır”.
TBMM Hükümeti Lozan’a katılan İsmet Paşa’nın işi zordu. Bir yandan Doğu Anadolu’da kurulması planlanan Ermeni Devletini engellemek, diğer yandan Trakya, Eğe Adaları ve savaş tazminatları ile birlikte mübadelenin esasları görüşülüyordu. Türk tarafı kapitülasyonların kaldırılması ve Musul meselesini gündeme getiriyor ve zorlu bir süreç devam ediyor. Zaman, zaman görüşmeler sekteye uğruyordu. Bu arada yeniden savaş çıkması olasılığı gündeme geliyordu.
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923'te tekrar başlamış, 23 Nisan'da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.
Kaynak: Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, (www.anayasa.gen.tr/1921ay.htm))
Aşağıya özet olarak Lozan’ın sonuçlarına ilişkin Vikipedi makalesini alıyoruz:
“Türkiye-Suriye Sınırı: Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması'na göre kabul edilmiştir.
Irak Sınırı: Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, bu konuda İngiltere ve Türkiye Hükûmeti kendi aralarında görüşüp anlaşacaklardı.
Türk-Yunan Sınırı: Mudanya Ateşkes Antlaşması'nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç Nehri'nin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan'ın Batı Anadolu'da yaptığı tahribata karşılık, savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verildi.
Adalar: Gökçeada ile Bozcaada Türkiye'de, diğer Ege Adaları Yunanistan'da kaldı. Yunanistan'ın Türk sınırına yakın adaları silahsızlandırması kararlaştırıldı. Böylece, Balkan Savaşı sonrasında imzalanan Atina Antlaşması (1913) gereğince I. Dünya Savaşı başladığında ve savaş boyunca da Osmanlı toprağı olarak kalan Ege adaları Yunanistan'a bırakılmış oldu.
Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'na göre belirlenmiştir.
Kapitülasyonlar: Tamamı kaldırıldı.
Azınlıklar: Lozan Barış Antlaşması'nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Antlaşmanın 40. maddesinde şu hüküm yer almıştır: "Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır." Batı Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya'daki Rumlar ile Yunanistan'daki Türklerin mübadele edilmeleri kararlaştırıldı.
Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Sadece Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç bölgesini verdi.
Osmanlı'nın borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan Devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye'ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye de böylece tarihe karıştı.
Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirilmiştir. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti'nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.
Yabancı okullar: Eğitimlerine Türkiye'nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı.
Patrikhaneler: Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin siyasi yetkilerinden arındırılarak İstanbul'da kalmasına izin verildi”. (Kaynak:Wikipedi Türkiye)
**
Türk-İngiliz Görüşmeleri: Haliç Konferansı (19 Mayıs - 5 Haziran 1924)
Lozan’da Musul üzerinde anlaşmaya varılamadığından konunun Türk ve İngiliz hükümetleri arasında görüşülerek karara bağlanması esası kabul edilmişti. 19 Mayıs 1924’te, Musul konusunda Türk -İngiliz ikili görüşmeleri İstanbul’da başladı. Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasında yapıldığı için “Haliç Konferansı” olarak da bilinen bu görüşmelerde Türkiye’yi Fethi Bey (Okyar), İngiltere’yi de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil etti. (Kaynak: Atatürk Araştırma merkezi)
Gelecek bölümde Haliç konferansına ilişkin detaylar,

Lahey’e neden gitmedik? Musul nasıl elden çıktı? ve Irak sınır anlaşmalarına göz atalım…(sürecin bir resmini çekelim, sonra o günden bugüne ne değişti irdeleyeceğiz…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder