30 Temmuz 2011 Cumartesi

İstifalar hükumetin elini güçlendirdi

Ülkemiz, olması gerektiği noktaya doğru hızla yol almaya başladı. Bakmayın siz “borazancıbaşının” kriz çığırtkanlığına. Her fırsatta ellerini ovuşturarak kriz tellallığı yapan bizim “siyasi avenelerimiz” yine direğe tosladı.
Konjonktürü doğru okuyamadılar,
Sırasıyla bir göz atalım isterseniz:
On üç Mehmetçiğimizin menfur Şahadeti ile noktalanan saldırıların ertesinde eline mikrofonu alan başta siyasiler olmak üzere kimi yazar-çizer ve yorumcularımız bunu hükümete çakma noktasına götürerek, Başbakanın elini boşa çıkarma peşine düştüler.
Seçim sonrası gelinen noktada yemin krizini müteakip başlayan yeni süreçte Muhalefet partilerinin temsilcileri halkına yabancı olduğunu bir kez daha tescilleyerek süreci krize dönüştürebilme yoluna doğru gidiyor iken “çark edip” yemin ederek Meclisteki yerlerini aldılar. Kendilerince bir “dik duruş” sergilemişlerdi fakat bunun aslında öyle bir duruş olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Yeni ve yeniden bir ara seçimden yüz akıyla çıkamayacaklarını anladıkları için “tıpış, tıpış” koltuklarına oturdular.
Süreci en sancısız atlatan MHP ise “yerinde bir karar” ile meclise giderek yeni bir krizin başlatılmasını bir bakıma önlemiş oldu…
Bu süreçte BDP, asiliğini sürdürmeyi devam ettirdi. Meclise gelmediği gibi “zamansız” özerklik açıklaması da gündemi istedikleri noktaya taşımaya yetmedi. Her fırsatta yeni bir “salvo” ile gündem oluşturma çabaları “vergi vermeyeceğiz” çıkışı ile sürdü. Buna rağmen kendi içindeki çeşitli aykırı seslerin “cılız” serzenişleri basına yansıdı. Önümüzdeki günler ne getirir hep beraber göreceğiz…
**
Hatırlayınız geçmiş dönmeleri, genelkurmay bir brifing verir olay olurdu. Bir bildiri yayınlar hükümet kendine “çeki düzen” verirdi.
Asli görevi olan savunma dışında her konuda bildiri yayınlamak hükümetler düşürüp hükümetler kurmak yeni görevleri idi. Askerlik dışında, “Kemalist ideolojiyi” yaşatmak SK’in olmazsa olmazı idi. Başörtüsünden tutun da yaş kararlarına kadar hemen her konuda onlar istediklerini elde etmeden bırakmazlardı.
Halkının refahı ve mutluğu önemli değildi. Önemli olan “irtica” idi, “başörtüsü” idi. Bu meyanda şiddet dahil her yol mubahtı. Eşi başörtülü olan bir subayın kariyerini bir çırpıda bitirmek bir imzaya bakıyordu. Üstelik demokratik bir ülkede ordudan atılan bu subaylarımızın yeniden haklarını aramak üzere mahkemeye gitmeleri bile yasaktı. Siyasi iradenin ve mahkemenin bile üzerinde bir yapılaşma ile elinde silahla duran bu kurum “göz bebeğimiz” Peygamber ocağımızdı.
Sivil iradenin emrinde olması gereken bu yapı, Cumhuriyetle birlikte gelişerek güçlenerek varlığını devam ettirdi. Ülkemizde ekonomiye gitmesi gereken, eğitime harcanması gereken servetimizi ordunun emrine amade ettik. Onlarca yıldır dağa taşa bomba atmakla ne bir başarı kazanıp gönlümüzde yerini perçinledi, ne de başarısızlığını sorgulayabildik…
Bırakın gelişmiş Ülkeleri dünyanın en geri ordularında bile bu kadar Generali olan başka bir ülke yok. Buna rağmen Ana Muhalefet partisi bu gerçekleri görmeyip, yıllardır var olan bu kirli savaşın faturasını hükümete kesmeye çalışması ne garip.
Ordu moralsizmiş, üstleri tutuklanmış mış.
Sayın Kılıçtaroğlu Allah aşkına iki yüz küsür General Ankara’da pişti oynamak için mi var, neden sınırlarımızda olması gerektiği görev yerlerinde değiller. Ordunun işi siyaset yapmak mı, Ülke savunmak mı?
Lafa gelince “mangalda kül bırakmıyoruz”, neymiş efenim Nato’nun en güçlü ordusuna sahipmişiz. Güçlü ordumuz, askerlerimiz birer ikişer “tapır,tapır” dökülürken, evlerden ırak her eve fiğan düşerken neredeler. Bu milletin garibanları dün yemende çarpışırken zenginleri bedel ödüyordu, bu gün bile Türküsünü söylüyoruz. Peki bu zamana kadar bu ülkede hiçbir üst düzeyin oğlu kızı bu kirli savaşta ölmüş müdür. Kimsenin ölmesini elbette istemeyiz ama bırakın ölümü hiç birisi doğuda bu savaşın içinde bilfiil bulunmuş mudur?
İnsanın havsalası almıyor, bu kadar imkâna rağmen, gece görüş sistemi, insansız hava aracı ve istihbarata rağmen bitmeyen bir savaş kimin eseri söyler misiniz?
**
Arınma harekâtı ve Demokratikleşme yoluna hızla girdiğimiz bir kez daha görmüş bulunuyoruz. Bir yazımızda demiştik ki “her şeye rağmen iyi şeyler oluyor azizim” bu günde aynı şeyleri söylemeyi sürdüreceğiz.
Nihayet olması gerektiği gibi askeri vesayet siyasi iradenin emrine teslim oluyor. Hiç kimse kendini “bulunmaz Hint kumaşı” zannetmesin. Herkesin yeri bir şekilde doldurulur ve devletin devamlılığı ilelebet sürer. Gidenlerin yerine bir yenisi gelir, kriz çıkması için elini ovuşturanlar da “havasını alır”.
**
Siyasilerin ilk demeçlerine baktım, elle tutulur bir fikri olan yok. Verdikleri mülakatlar dediğimiz gibi kriz tellallığı. Oysa başta bizi bizden iyi bilen ve takip eden uluslararası basında bizim siyasilere şamar gibi manşetler vardı. Türkiye’mizin Demokratikleşme yoluna doğru gittiğini beyan ediyorlardı…
Ülkemizin insan haklarına dayalı ileri demokrasiyi özümseyeceği ve sorunlarını demokrasi içinde çözebilmeyi başaracağına hep beraber şahit olacağız. Hiçbir kurum ve kuruluş hukukun dışına çıkmadan asli görevini sürdürecektir. Sporda da, siyasette de arınma olacaktır ve kaçınılmazdır.
İstifalar Milletimizin hayrına olacaktır, ayrıca da Hükumetin elini güçlendirmiştir. Günlerdir  gizliden gizliye yürütülen lobi faaliyetleri sonuçsuz kalmıştır. Genelkurmay geri adım atmayarak arkadaşlarına arka çıkma bahanesi ile hukuka meydan okumayı daha da ileri götürüp “Hükumet krizine” dönüştürmeyi denemiştir. Gerek Başbakan gerekse de cumhurbaşkanı istifa blöfünü krize meydan vermeden yerinde bir kararla geri çevirmiştir.
Demokrasilerde istifa mekanizması vardır ve işletilmelidir, bu aslında olması gerekendi. Keşke Paşalarımız bu istifayı zamanında başarısız oldukları gerekçesi ile yapabilselerdi de gönlümüzde saygın yerlerini koruyabilselerdi. Han tepede, Ak Tütünde ve onlarca ayyuka çıkan zaaflarını görmeyip de emekliye olmaya üç gün kala göstermelik ve adeta şov amaçlı bu istifa ne kendilerini aklar, ne de Hükumeti zaafa düşürür.
Sözün özü, kimse “şom ağızlılık” yapmasın, bu istifalar krizi çıkarmak şöyle dursun, büyük bir olası krizi önlemiştir. Her zaman puslu havadan medet uman kriz havarilerinin elini boşa çıkarmak hepimizin  görevidir…

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Malatya’da Engeller Aşılacak mı?

Şehrimiz son üç yılda hiç olmadığı şekilde gözle görülür bir değişime sahne oluyor. Cadde ve sokakların çirkin görüntüsü hepinizin malumu idi. Dar sokaklarda yaya ve ya araçla dolaşmak nerede ise imkânsızdı. Modern şehircilik anlayışından çok uzak bir yapılaşma bu güne kadar süregelmiştir. Her gelen yönetim sadece yüzeysel bir çalışma yaparak kamu kaynakları heba edilmiştir.
Vatandaşa hizmet olarak dönmesi gereken paralar yerinde harcanmadığından hem hizmet kalitesi düşmüş ve hem de vatandaş mağdur olmuştur. Her gelen yönetim bir öncekinin yaptıklarını yıkmakla işe başladığından sokaklarımızın köstebek yuvası görünümü yıllarca devam etmiştir. Oysaki bırakın Malatya’da yaşayan vatandaşı, Malatya dışındaki hemşerilerimiz bile yapılan çalışmaları günümüzde yakından takip edebiliyor. Yapılan her olumlu adım alkışlanıyor ve her yanlışta hemen her yerde yerilmeye devam ediyor. Malatya’mıza yapılan her hizmeti takdirle karşılıyor ve göğsümüz kabararak anlatıp buradan kendimize övünç payı çıkarıyoruz.
Geçmiş yönetimlerin güzel icraatları olmuş olabilir, yeterli olmadığı açıktır. Gerek siyasi gerekse ekonomik olarak bulunduğumuz nokta ortadır. Rahmetli Özal’dan sonra şehrimiz adeta sahipsiz kalmıştır. Arkamızda duracak “aklı başında” bir siyasimiz olmadığı gibi, modern dünyanın ufkunu açabilecek kapasitede olan Malatya halkının bugün bile “özlediğimiz” manada bir “iş bitirecek” siyaset adamı yoktur…
Sakın ola ki yanlış anlaşılmasın, sözümüz sadece seçip gönderdiğimiz vekillerimize değildir. İstediğimiz ve özlemini duyduğumuz bir siyasi aktörümüzün olmayışıdır. Arkasında siyasi bir lider olmadan salt vekillerle bir iş yapılmadığını görüyor ve müşahede ediyoruz. Kısacık Cumhuriyet devrinde bile iki Cumhurbaşkanı çıkarabilmiş bir ilden yeni bir siyasi lider beklemek bizim hakkımız değimlidir. Bu toprakların kaysı yetiştirdiği kadar “Adam” yetiştirdiği de pek ala malumunuzdur. Her ile nasip olmayacak işgücü ve tarım alanına sahip ilimizin ticarette ve ziraatta çok ile fark atacağı açıktır.
Bu gün hala Büyükşehir olamayışımızın sebebi de ne yazık ki ilimizde ikamet eden, bizim soframızda yiyip komşunun mutfağını zengin eden, Çelikhan ve Baskilli hemşerilerimizdir. Kimse kusura bakmasın, kalkıp bu yaştan sonra bir çocuk daha yapın diyecek değilim, demek istediğim adrese dayalı ikamet sistemini gerçekten hayata geçiremediğimiz. Sayın Belediye Başkanımıza ve Sayın valimize buradan seslenmek istiyorum ve onların şahsında tüm kurum ve kuruluşların, en başta da Milli eğitim Müdürünün bu konuyu dikkate almasını istiyorum.
İlimizde adrese dayalı ikamet sistemi işletin, sorumluluk altındasınız, neden?
a) Okullara kayıt yapılırken Nüfus Müdürlüğünden belge talep edilsin. (Bu konu savsaklandığı kantindeyim)
b) İşyeri açma ruhsatı verilirken yine adres tespiti yapılmalı, gerek emniyet ve gerekse de Belediye bu hususu göz önüne almalı.
c) Örnekleri çoğaltabiliriz, basit bir silah ruhsatından tutunda, Yeşil Kart, İş Kur gibi daha birçok alanda bu konu mutlaka sorgulanmalıdır.
Neden Çelikhan ve Baskil dediğimi sanırım anladınız, bu iki ilçemizin yarı nüfusu Malatya’dadır. Bağlı bulundukları yerde ikamet ettiklerini beyan ettiklerinden nüfus sayımında maalesef yeterli sayıya ulaşamamış görülüyoruz. Oysaki hepimizde biliyoruz ki hem çocukları İlimizde okumakta hem kendilerinin menkul ve gayrimenkulleri ilimizdedir. Kısaca resmi işleri dışında kendi ilçeleri ile pek ilgileri yoktur.
Hiç kusura bakmayın büyüklerimiz “bizim kümeste yiyor, elin ahırına yumurtluyor” derler bu gibi durumlar için. Biz Gerek Baskil’i ve gerekse de Çelikhan’ı başka bir ilin ilçesi olarak zaten kabul edemedik, onları kendimizden bir parça olarak görmeye devam ediyoruz, keşke siyasiler de bu durumun farkında olsalar da bu konuyu ilelebet böyle iki ara bir dere vaziyetten kurtarsalar…
Asıl mevzuumuza dönelim dilerseniz;
Efendim hepiniz malumudur ki yıllardır cadde ve sokakların ıslahı bir türlü bitmedi. Sayın Başkanın bu konudaki hassasiyetinin farkındayım. İyi niyetli çabalarla çok güzel işlere imza atıyor, önce atık su boruları tazelendi, devasa büyüklükte onlarca yıl şehrin yükünü omuzlayacak kanalizasyon şebekeleri döşendi. Yer altından çıkan pisuar borularını görmüşsünüzdür, bir İlçenin bile ihtiyacını, su taşkınını kaldıramayacak küçüklükte idi. Umarım şimdi yapılanlar birkaç sene sonra yeniden değiştirilmek durumda kalmaz.
Bu anlattıklarım iyi haberdi, şimdi gördüğümüz eksiklikleri sizlerle paylaşacağım:
Caddelerdeki kaldırımlar göze hitap ediyor, estetik olarak çok hoş, buna bir diyeceğimiz yok ancak; eksik, yetersiz ve “üstünkörü, plansız projesiz” yapılmış izlenimi vermektedir.

Neden mi? Anlatayım:
Bu güne kadar tamamlanan yerlerin hiç ama hiç biri “engelliler için yeterli “ değildir. Kaliteli parke taşı kullanmış olabilirsiniz, zemin düzgünlüğü vardır, mozaik tarzı görünüm olabilir, bunlara sözümüz yok; demek istediğimiz yeterince engelliler düşünülmemiştir. Sağlıklı bir insan için bunlar devasa güzellikte olabilir, onlar için sorun değil. Zaten “atlaya, zıplaya” kaldırımlardan geçmeye aşina idiler, şimdiki yapılan sağlıklı bir insan nezdinde lüks bile sayılabilir…
İçinizden neler dediğinizi duyar gibiyim, “Allahtan kork, nankörlük yapma” her taraf düzgün, engelli de engelsizde pek ala rahatça dolaşır diyorsunuz, bense bunun böyle olmadığını iddia ediyorum.
Acele etmeyin anlatacağım, alın yanınıza özürlü bir tanıdığınızı ve sizde bebek arabasına çocuğunuzu oturtup ailece şöyle bir çarşıya çıkın. Eve dönünceye kadar yanınızda ki özürlü vatandaşın kaç kez ve kaç kişiden yardım almak durumunda kaldığını görecek ve gözlemleyeceksiniz. Bir sokağa giriyorsunuz şanslı iseniz ilk girişe engelli rampası yapılmıştır, yapımlaşsa ve önüne araç park etmemişse yine şanslısınız çünkü kaldırıma yardım almadan çıkabildiniz. Biraz ilerlediniz ve karşı kaldırımda çok hoş kıyafetler var, ya da bir işiniz doğal olarak ne yaparsınız? Elbette karşı kaldırıma hamle, eşinin iteklediği bebek arabasının ön tekerlek tarafından siz kavradınız ve eşinizle karşıya geçtiniz, ya yanınızdaki özürlü yakınınız? Durup seyredecektir, neden, sizle gelemez mi idi? Gelmeyi çok isterdi oysa değil mi, lakin bu mümkün değildir. Cadde veya sokağın sonuna kadar iniş rampası yoktur, biraz yüzeyi düz gibi yapılmış sözüm ona engelli geçsin diye oraya da araçlar tek sıra park halindedir, belediye yaptığı hizmetin karşılığını almak için parkçılar görevlendirmiştir.
Uzatmayım, özürlü vatandaş ya geldiği yöne dönecek kaldırıma çıktığı yerde yoldan geçip karşı kaldırımdan çıkabileceği bir yer bulacak, ya da ileri gidip sokağın başında kendisinin kaldırımdan inmesine yardım edebilecek birilerini bekleyecek…
Ben size abartmadan somut bir örnek verdim, inanmayan dediğim şekilde denemesini yapabilir.
Şimdi de başka bir örnek vereceğim:
Ev taşıyacaksın, ilk işin üzerinde kayıtlı elektrik, doğalgaz ve su sayacını devretmek ve yeniden abone olmaktır.
Elinizde birkaç fatura ile geldiniz Tedaş’a, sizde benim gibi internetten (internet demişken, online işlemler ve internet özürlülerin eli ayağı oldu) faturanızı yatırdınız diyelim, yani borcunuz da yok. Verdiğiniz abone numarasının düşümünü talep edeceksiniz, kimden? Kapıda yardımsever bir vatandaştan ya da lütfeder de yanına gelirse kurumun kapısında asıl işini yapmakta olan güvenlik elemanına rica minnet. Bir rampa yapmaktan aciz midir koskoca bir kurum, değildir elbette, özürlü vatandaşı da “adamdan” saydıkları zaman yapacaklar. Özürlüler kendileri için özel bir tarife beklemiyor, tüketiminin karşılığını vergisiyle beraber herkes gibi ödüyor. Herkesin yaptığı gibi kendi işini de kendi görmek istiyor, rica minnet altına girmek istemiyor kısaca…
İnandığınız değerler adına size sesleniyorum:
Özürlü doğuştan değildiniz diyelim, gidip askerlik görevinizi ifa etini. Bu ülkede kazandınız bu ülkede harcadınız, katma değer ürettiniz. İş gücü ile vatandaşlık bilinci ile bütün sorumluluğunuzu yaptınız. Kısaca ürettiniz, tükettiniz. Her bir fert gibi üzerinize düşeni yaptınız öyle mi? Yani, bu ülkenin vergisi ile hizmeti ile çilesini üleştinse neden eşit hizmet almıyoruz o halde. Bu kul hakkı değil mi, bu hangi izana ve hangi kitaba uyar, lütfen biriniz açıklayın…
Kamuya ait bütün sosyal alanlar, sağlıklı insana hizmet eder, sinema öyle, okul öyle, ulaşım aracı öyle. Çileyi senle çekerken hizmeti senden farklı almamın nedeni birimizin özürlü olması mı? Özürlü bir insanın sağlık kazanma şansı her zaman tam olmasa da vardır, sağlıklı bir insanın potansiyel bir özürlü adayı olduğu gerçeğini nasıl görmezden gelirsiniz. Yarın, öbür gün benim, senin, onun da özürlü olamayacağına bir taahhüdünüz mü var. Ya hu Allah aşkına söyler misiniz çok mu zor, bir özürlü rampası yapmak. Caddelerimiz, sokaklarımız, kaldırımlar ve bilumum sosyal tesislerimizin hepsi de tek düze nasıl düşünülebilir. Bulunduğumuz yüzyılda nasıl bu kadar duygusuz ve düşüncesiz bir toplum olabilmeyi başarabildik. Bir ülkenin kalkınmışlığı cebinde para ile altındaki araba ile ölçülmüyor artık bunu nasıl görmezden gelebiliyorsunuz.
Sayın başbakanın çıkarmış olduğu düzenlemeler daha dünkü mesele, seksen yıldır bu ülkede özürlü yoktu da bu yıllarda mı ihdas oldu. Bu güne kadar bizi yöneltenlere bir insan olarak hakkımı helal etmiyorum. Allaha inançları varsa huzuru mahşerde yakalarına yapışacağım. Bu ülkenin kaynaklarını çaldıkları için, insanların haklarını gasp ettikleri için. Eğitim öğretimden yoksun bırakıldık, sosyal alanlardan dışlandık…
Ne devlet kademelerinde ne de özel sektörde yeterli hassasiyet yok. Devlet kademleri son yıllarda bir iyileşme peşinde hiç değilse, bundan sonrası için az da olsa bir ümidimiz var, özel sektör “kör” ve “sağır” olamaya devam ediyor…
MOTAŞ şoförlerine Eğitim kar etmiyor
Geçtiğimiz günlerde ve dünkü haberimizde Belediyemiz MOTAŞ şoförlerine yönelik hizmet içi eğitim seminerlerini duyurmuştuk. Doğrusunu isterseniz çokta sevindik, artık şoförlerimiz vatandaşın halinden anlayabilecek, eğitim güler yüz ve hizmet kalitesi getirecek diyorduk, yanılmışız.
Bizim şoförlerin “magandalığını” eğitim kesmeyecek görünüyor. Bütün şoförlerin aslında olması gerektiği gibi kural ve kaidelere uyması ve yaptıkları işi layıkyle yapmasını beklemek hakkımız değil mi? Kendimiz kaldırımdan yola mı atmamız lazım illa otobüse bineceğiz diye, neden nizami olarak ceplere adam gibi yanaşmazlar.
Sevgili dostlar, sizi şerefimle temin ederim ki dört aracın üçü özürlü donanımına sahip bir değeri eski model dördü de istisnasız yolun nerede ise ortasında durup yolcu indirdi, bindirdi. Akülü araba ile öylece baka kaldık maalesef. Adamcağız hiç istifini bozmadan sanki “tarlaya ırgat” indiriyor. Kaldırımda duran özürlü vatandaştan da gözünü kaçırıyor adeta, görmezden gelecek ya…
Sağlıklı bir vatandaşın bir saatte bitirebileceği bir işi hafta sonu yetişmediğinden bir sonraki haftaya devrediyoruz. Kalkıp yeni Belediye binasına gidilecek, eski su borcu varsa ödenecek, abonelik düşülecek ve yeni yer için abone olunacak. Evle yeni belediye arası beş altı km. ancak beş altı km.lik bir yeri on kilometre dolaşarak gitmek zorunda bırakıldığımızdan (yukarıda gerekçelerini özetledim) yarı yolda akü bitecek durumda gerisin geri evimize dönüyoruz. Duyarsız bir şoför bir günümüzü heba etmeye yetti anlayacağınız. Sıcakta daha fazla beklemeden ve sinirlerim de yeterince s.o.s verdiğinden emeksiz kavşağından eve yöneldim.
Emeksiz demişken gidenler bilir, daracık bir kaldırım, trafiği rahatlatması için düşünülen altgeçidin de marifeti ile eziyete dönüşüyor. Kaldırımda iki adımda bir yer altı ile alakalı ne idüğü belirsiz kapaklar, esnafın duyarsız şekilde dışarıya çıkardığı elbise ve benzeri rafları vs, vb…
Sayın başkan,
Sizi geçtiğimiz yıl faaliyete soktuğunuz asansörlü minibüslerin şehrimizin büyük bir ihtiyacını karşılayacağını ve yerinde bir uygulama olduğundan takdirlerimizi iletmiştik. Hem size ve hem de o güzel düşünceye vesile olanlara dualar etmiştik.
Size yeniden dua etmek ve alkışlamak istiyoruz,
Hepimizin malumu kaldırım çalışmaları çeşitli firmalara ihale usulü ile yaptırılmakta olduğunu biliyoruz. İhalenin tamamlanmasını müteakip teslim alırken hangi kıstasları göz önüne alacaksınız, teknik şartnamede belirttiğiniz özellikler gerçekten yeterlimidir. Projelendirildiğinde sağlamlığının yanında yeterli derecede eğim olup olmadığı yani Bakanlığın belirlediği Avrupa Standartlarına uygun, modern şehircilik anlayışı ile özürlülerin teknik durumu göz önünde bulunduruluyor mu? Siz teslim alırken, yanınızda rehabilitasyon uzmanı ve özürler derneğinden “işin ehli” bir ekip kontrol ediyor mu?
Sizin iyi niyetli çabalarınızı görüyor ve takdir ediyoruz dedik, peki birkaç kişilik özürlü akülü arabada bir “heyet” ile birlikte yapılan yerleri test etmeye var mısınız?
Hiç uzağa gitmeden, söğütlü cami civarı, postane önünden kazancılar çarşısına hep birlikte gitmeye ne dersiniz. Söğütlü camiden alt kaldırıma engelli bir insanın nasıl gidebileceğine siz de şahitlik etmiş olursunuz. Valilik önünde bir grupla toplanalım, sizde yanı başımızda sohbet ederek şehrimizi gezelim. Siz o zaman ne demek istediğimi eminim anlayacaksınız.
Sayın başkan,
Eğer yapılacak olan diğer yerlerde bu şekilde yapılacaksa, o zaman hiç boşuna zahmet etmeyin, bırakın hiç değilse odluğu şekilde kalsın. Belki duyarlı bir yönetim, adam akıllı, işi olması gerektiği gibi yapar. Bizde deriz ki, Belediyemizin imkânı yok yapamadı, sağlık olsun bir beş on sene sonra olsun deriz. Bize nasip olmadı bu memlekete adam gibi yaşamak, belki gelecek kuşaklara nasip olur der, kendimiz avuturuz…
Lütfen engellilerin önündeki engelleri kaldıralım, kaldıramıyorsanız hiç değilse bir de siz engel olmayın. Siz bırakırsanız engelliler kendi engellerini aşacak bir kulvar bulacaktır.
Değerli dostlarım, engel insanın hayata bakışıdır, düşüncesi ufkudur, farkları fark etmesidir. Duyarsız olmakta engelliliktir, sorumsuzlukta keza öyle. Sağlıklı bir insan olarak özürlünün derdini anlamıyor ve empati kuramıyorsanız sizde özürlüsünüz demektir. Ayrıca imkân sahibi olup ta imkânları daraltanların vebali de daha da ağırdır. Sağlık ve dostlukla esen kalın…
Aşağıdaki resimlere yukarıda anlattığımız minvalde daha bir dikkatle bakmanızı öneriyorum.

10 Temmuz 2011 Pazar

Sekiz Yılda Toplam Seksen Gün Sigortalı Çalışmışlığım Var(mış)



Yeni evlenmişti, köyünde babadan kalma birkaç dönüm arazisi vardı. Abisi ile müşterekti arazileri, abisi kışları Antep'e giderdi. O köyde kalır, evden kahveye, kahveden eve, arada birde bağ bahçe işine. Köylüydü ama diğer köylüler gibi işten güçten pek anlamazdı. Ne ekinden, ne oraktan, ne de bahçenin imarından anlardı. Kaysıların suvarma işi olursa eline küreği alır iyi kötü o kadarını yapabilirdi.
Eniştesi şehirde kalıyordu, emekli olmuş inşaat işlerine başlamıştı. Eniştesi Öner'e, 'gel buraya sana ev tutayım, çocuklarını da getir, yanımda çalışırsın. Aylığın olur, sigortan olur, köyün tozundan, toprağından kurtarırsın' dedi. Devamlı çalışacaksın, bekçilik yapacaksın şantiyede. Hem güvenilir adama ihtiyacım var. İnşaat malzemelerine bakarsın, 'benim de elim ayağım' olursun diyordu.
Eniştesinin 'durumu' iyiydi, iktidara sırtını dayamış 'Allah'ta yürü kulum' demişti. Cemaatte kendisine iyi bir yer etmişti. Cemaatten birisinin arsası olursa ilk buna teklif edilirdi. Eniştesi 'temiz iş' çıkarıyordu, kat karşılığı aldığı döküntü evleri 'modern' binalara çeviriyor, arsa sahibine de alt katlardan bir daire veriyordu, üstelik para bile almıyordu(!)
Öner, eniştesinin bu 'yağlı' teklifine razı oldu. Hazırlığa girişti, evinde olan birkaç köy yatağını, birkaç yastığı, denkleştirdi. Tası tarağı, kabı kaşığı, toparlayıp şehrin yolunu tuttu...
Eniştesi ilk gün evinde misafir etti Öner'i, ertesi gün şantiyeye götürüp kapısı bacası olmayan yeni inşaatın bir odasının penceresine 'naylon branda' kapısına da kalıp tahtasını çakıp 'güle güle otur kayınço' dedi. Enişte çoluk çocuk burada hasta oluruz diyecek olduysa da eniştesi 'merak etme, soğuh olursa kalıp tahtalarının eskilerinden kır yak' dedi. Öner'i de sıkı sıkıya tembihledi 'aman ha kayınço gözünü seveyim, kimseye güvenip yanıma almam, malımı teslim etmem, buralara göz gulah olasın, gözünü dört açasın' dedi. Kolundan tutup biraz kenara çekti 'bah kayınço, buralarda gece içer miçerler, aptallar Çingenler olur, demiri çimentoyu götürürler, satarlar sona garışmam, maaşından keserim' diyerek işi sağlama aldı...
Öner işine çabuk ısındı, bir iş yaptığı yoktu nasılsa. Akşama kadar inşaatın etrafında ıslık çalıp geziyordu. İnşaatın durumuna göre ara sıra hortumu bağlayıp betonlara su veriyor, bazen de diğer işçilere yardım ediyor, çaylarını yapıyordu. Bakkala ekmeğe gidilecek olsa hemen koşturuyordu, onlarda Öner'i 'hoş tutmak' için ara sıra cebine bir paket sigara sokuyorlardı.
Gün geçtikçe Öner 'işi kapıyordu', başka inşaatların bekçilerinden 'ahbaplar' bulmuştu kendine. Onlara 'ben inşatta işçi değil, mal sahibi sayılırım' diyordu, inşaatın müteahhidi 'eniştem olur' diyordu. İlk zamanlar kim kaça çalışır, aylık nedir, yevmiye kaça gider soramıyordu. Ahbaplıkları ilerleyince birisi dayanamadı sordu 'Öner, enişten sana kaç lira maaş veriyor' dedi. Öner sağa sola 'kıvrandı' söylesem mi, söylemesem mi tedirginliği içinde nihayet söyleyiverdi. Diğerleri bir birinin gözüne baktılar, 'şakamı diyorsun, Öner' dediler. Öner doğru söylüyordu aldığı ücreti tas tamam söylemişti.
Diğer inşaatlarda çalışanların maaşı Öner'in aldığı ücretin nerede ise iki katı idi. Öner'e 'git başka yerde çalış, eniştene boşa çalışacağına' dediler. Öner yol bilmez, iz bilmez, herkes gibi iş kovalayacak iş bulacak yapıda birisi değildir. Hem 'eniştem bana güveniyor, her şeyini emanet ediyor' derdi. Hoş haksız da sayılmazdı, eşi ve çocukları da haftada bir iki gün eniştesine 'temizliğe' gider, ablası da ellerine üç kuruş tutuştururdu. Çocuklarının eski elbiselerini ve evde kullanmadıkları başka şeyleri de Önere verirlerdi. Gel zaman, git zaman böylece çalıştı. Artık inşatta işçilere çalışırken de ayrıca ücretini alırdı. Tuğla indirir, kum eler ayrıca yevmiye sini doğrulturdu...
Aradan yıllar geçti, Önerin çocukları okula başladı, masraf arttı. Bu zamana kadar hiç değilse sağ salim çalışmıştı, dile kolay tam sekiz yıl olmuştu. Önerin hanımı ikide bir 'git eniştene söyle de çocukların sağlık karnesini çıkartsın, saba hasta masta olsalar Allah korusun perme perişan oluruz' diyordu. Birkaç sefer çocukların aşı işi için Sağlık Ocağına gitmişlerdi, başkaca Hastane yolu bilmezlerdi. Öner eniştesine durumu söylemeye çalışsa da, eniştesi her defasında bir mazeret bulup oyalıyordu. Bu gün yarın derken birkaç yıl da böyle geçti.
Bir gün eniştesi elinde birkaç sağlık karnesiyle çıka geldi. Öner çok sevinmişti, 'hanımın sesi kesilir hiç değilse' diyordu. Hastaneye gitmeseler de karneleri olmuştu sonunda.
**
O yıllarda herkes Önere gelip 'senin enişten seni niye doğru dürüst bir işe yerleştirmiyor, el âlemin adamalarını Belediyeye Hastaneye koymayı biliyorlar' diyorlardı. Enişte beyin kardeşleri Belediyede encümen, bir diğeri Sanayi odasında başkan, 'sırtı partiden dolayı sağlamda' işleri ayna, çal çal oyna vaziyetteler.
Önceleri birkaç tanıdığı ayrıldı eniştesinin yanından, kimi fabrikaya kimi belediyeye işe girdi. Ayrılanların hiç birisi de memnun değildi eski ağasından, 'sigortamızı bile yıllarca yapmamışlar' diyorlardı. Öner inanmıyordu, oysa benim evime getirdi karneleri diyordu. Sigorta olmadan karne olur mu diyordu...
Öner bir gün hastalandı, alıp doğru Sigorta Hastanesine götürdüler. Sigorta Hastanesinde bırakın tedavi olmayı, sağ giden hasta geliyordu o yıllarda. Sıra bulamazsın, Ameliyat olacak olsan karne yetmez, üstüne avuç dolusu para vermen lazım. Adamını bulursan birkaç ay sonraya anca sıra alabilirsin, sıra buldun doktor buldun, bu seferde ilaç bulamazsın. İlacın biri varsa Hastanede diğerini paranla bul bulabilirsen, buldunsa da paran varsa al, alabilirsen...
Bir yılın sonunda Öner iyi kötü sağlığına kavuştu, Allahtan eniştesi son sene sigorta epey göstermişti de hiç değilse altından kalkabildi. Bu sırada ilaç alırken, Hastaneye giderken karnelerin vizesi, primi için SSK il müdürlüğüne de gitmişti. Toplam sigortalı gününü öğrenmek ve askerliği de borçlanmak istiyordu. Neyse memur Öner'in dosyasını buldu, prim gün sayılarını topladı eline verdi. Önere dönüp 'gardaş' dedi 'sekiz senede toplam seksen gün çalışmışsın, son iki yılda da beş yüz kırk gün pirimin yatmış' dedi. Öner'in rengi attı, mosmor olmuştu, böyle zamanlarda aşırı heyecan yapar konuşma melekesini yitirirdi, anlaşılmaz sesler eşliğinde dili dolaşarak peltekleşirdi. 'Bi,bi, bi birrr ddda... da ba,ba baksan abbiiii' diyebildi. Memur durumu anlamıştı, 'gel otur yanıma' dedi, defteri önüne açtı 'bak gardaş, şu tarihte ilk işe başlamışsın, o ay üç gün çalışmışsın, ertesi ay çalışmamışsın, sonraki ay ...' diyerek tane, tane işi özetledi. Elin oğlu 'seksen günde devri âlem' yapıyor, bizimkiler, sekiz yılda seksen gün prim, devri âlemin kralı bu olsa gerek...
**
Şehrin yamaç mahallesinde iki göz bir gecekondu bulup taşındılar. Öner sağda solda bulduğu işlerde çalışıyordu. Hanımı da etraftaki apartmanlara temizliğe gidiyordu, bir yandan da Öner sağlam bir iş bulsam da girsem düşüncesindeydi. Öner herkes gibi birisi değildi, elinden bir iş gelmez, mesleği yok 'gözü açık' birisi değildi. Onun bu saflığını herkes bilir, adeta' acırdı', sevabına yardımcı olmak isteyen olurdu, birisinin işi olsa bunu çağırırlardı.
Yine bir yerde iş çıkmıştır, Öner'e söylenir, Öner çalışır birkaç gün. Evin etrafındaki ağaçlara 'gölen' açar, otunu çöpünü temizler. Evin sahibi Öner'in durumunu anlar, bir iyilik yapayım şu garibe der. Yenge hanım elinde siniyle çay, börek, çörek getirir yanlarına bırakır. Bunlar hem çay içer hem sohbet ederler. Öner, kısa hayat hikâyesini dilinin döndüğü kadar ihtiyara anlatır. İhtiyar cebinden bir kart çıkarıp Öner'e uzatır 'al bunu, yarın Araştırma Hastanesine git, Hastanede falanca beyin odasını sor benim gönderdiğimi ve selamımı söyle' der. Hastanelerde o yıllarda temizlik özel şirketlere ihale olunmaya başlamıştı, şirketin müdürüne göndermişti Öner'i.
Ertesi gün atlayıp doğruca Hastaneye varır, hastanede danışmaya gider ve kartı uzatır. Danışmadakiler önce bir telefon ederler ve şuradan sağa dön, koridorun sonunda sağdaki oda diyerek şirketin müdürüne yönlendirirler. Öner girer ve kartı uzatır, beni 'Hacı Baba' gönderdi, size de selamı var der. Müdür bey birkaç sorgu sualden sonra, eline bir not tutuşturur. Bunları tamamla yarın gel başla der. Öner sevinçle kalkar müdürün eline hamle yapar öpmek için 'aman, estağfurullah, hadi git hazırlan hayırlı olsun' der...
Gerisin geri çarşıya gelen Öner, önce muhtara, sonra Sağlık ocağına gider rapor alır. Cebinde resimleri de hazırdır sevinçle evin yolunu tutar. Eve girerken Öner'in adımları değişmiştir, üzerinde yorgunluktan bir emare yok, oldukça da neşelidir, adeta yüzünde güller açmaktadır. Eşi 'hayrola herif, evleniyon mu, bu ne sevinç' der. Öner 'he evleniyom, Allah canını ala, iş buldum iş' der. Eşi 'ne işiymiş bu, önceki buldukların gibi olmaya' der. Öner cebindeki evrakları hanımın eline uzatır, 'aha bah, her şeyi hazırladım, hemi de sigortalı, maaşlı' der, hanıma durumu anlatır.
Ertesi günü sabahı zor eder bizimkisi, kapısından içeriye girmeye korktuğu Hastanede işe başlayacaktır kolay mı? Sabah erkenden kalkar tıraş olup yola düşer.
Doğruca müdürün odasına gider, evraklarını teslim eder, orada birkaç bir şeyler daha yazılıp çizilir. Müdür Bey, Öner'i başka bir birime yollar, git der, 'orada falanca bey var, sana tulum süpürge versin, sonra gel bu sıradaki koridorları süpür bir de lavabolara bakacaksın' der. 'Lavabo dedikse, personel lavabosu, temiz tutman lazım' diyerek hem işi tarif eder, hem de tembih.
O gün çalışır, işi çok kolaydır, inşaat gibi yorulmuyor ve üstelik öğle tatili var, yemeği var, daha n'olsun...
Aradan birkaç ay geçer, bizimkisi işine alışmıştır, memur gibi sabah sekiz, akşam beş. İşine karışanı edeni de yoktur, kendisine ait koridoru temizler, üzerini giyinir çıkar. Bir gün lavaboları temizlerken yerde bir cüzdan bulur, şöyle bir aralar ki içinde epey bir para vardır. Bir kısmı dolar, mark yabancı para beş altı kart. Cüzdanı hemen kapatır, elini yüzünü yıkar, müdürün odasına gider, cüzdanı uzatır. Efendim der, lavaboda düşürmüşler bunu der. Müdür içine baktın mı ne var diye sorunca, 'dokunmadım ama aralayıp baktım epey bişe var' der.
Önere geç şöyle otur der, bu arada cüzdanı açıp bakınca hemen telefona sarılır, 'Öner bey, bende bir emanetiniz var, ben mi getireyim, siz birini mi yollarsınız' der. Öner'in bulduğu cüzdan adaşı Öner beye aittir ve Öner Bey de şirketin sahibidir. Müdürün de patronu, bizim Önerinde patronudur. Öner bey, kim bulmuş diye de sorar, 'yanımda efendim, bizim yeni elemanlardan adaşınız Öner' der. Öner bey 'ayrılmasın, ben de geliyorum' der, telefonu kaparlar. Müdür bey tekrar telefonu kaldırır Öner'e sormadan 'bize üç meyve suyu' der. Az sonrada Öner Bey içeri girer.
Bizimkisi ayağa kalkar hemen, 'oturun lütfen, rahatsız olmayın' diyerek müdüre döner 'bu arkadaş mı' der. Öner Bey işçisinin elini sıkar, sarılır 'teşekkür ederim, çok erdemli bir davranış' diyerek Öner'e memnuniyetini bildirir. Az sona içeri garson girer, meyve suyu ikramını kabul etmek istemez bizimkisi ama ısrar edilince oturup içer, daha sonrada müsaade isteyip kalkmak isteyince, Cüzdanı açar, içinden epeyce bir para çıkarıp Öner'e uzatır 'al' der, 'bu senin hakkın'. Öner kıpkırmızı olmuştur, sadece 'yok, almam' der. Israrlar sürünce de 'alacak olsam, size getirmezdim' der.
Onun bu hali oradakilerin hoşuna gider, yeniden teşekkür edilip gönlü alınır, bir ihtiyacının olup olmadığı sorulur 'yok' der, işimden memnunum çalışıyorum, daha ne isteyim ki der ve müsaade isteyip odadan çıkarlar. Müdürler kendi arasında durum değerlendirmesi yaparlar.
Önce Öner Bey sorar, 'bu çocuğu nasıl buldun, bu zamanda böylesi kaldı mı ki' der. Müdür Bey de durumu anlatır, 'benim hocam bana göndermişti, beni aradı ve emaneti sana' dedi, 'ben de Hacı babanın çok emeği var, onu sözünü emir sayarım, hem boş adam göndermez' diye devam etti.
Öner Beyde bu duruma memnun olur ve 'müdür bey bu çocuğa dikkat edin, ezilmesin, bir sıkıntısı olursa da bana bildirin' der ve ayrılır.
Aradan birkaç ay geçer, Hastanede temizlik işlerinin yanında Hemşire yardımcı Sağlık personeli ve hasta bakıcı çalıştırılması kararı çıkar. Şirket yeni işçiler alacaktır, personele duyurulur, içlerinden bazılarını polikliniğe Hasta bakıcı olarak görevlendireceklerdir. Koridorda Öner beyle bizim Öner karşılaşır, bizimkine hal hatır sorup bir ihtiyacı olup olmadığını sorar Öner Bey. Bizimki de 'efendim hasta bakıcı alıyormuşsunuz, sizde uygun görürseniz ben de poliklinikte çalışmak isterim' der. Öner bey de 'o iş kolay, kış geldi odun kömür ne yaptın alabildin mi' diye Öner'e sorar. O da 'hayır efendim, önümüzdeki ay alacağım, taksitle' der. Öner Bey de 'iyi bakalım, sağlık olsun, sen git adını yazdır, benim gönderdiğimi söyle, sonra ben personel müdürüyle konuşurum' der oradan ayrılırlar.
Öner iş çıkışı çarşıda köylülerinin olduğu çay ocağına gider. Oradan buradan hasbıhal ederler. Vakit epeyce ilerlemiştir, kalkıp evin yolunu tutar.
Eve gelince hanımı 'nerdesin bu saate kadar, o kadar odunu kömürü bize taşıtıyon, utanmıyon mu, belimiz bıknımız kırıldı' der. Öner 'ne odunu, ne kömürü gız, delimisin, kömürü aldık ta taşıması galdı' deyince hanımı Öner'e doğru şaşkın, şaşkın bakarak 'odunu, kömürü sen göndermedin mi' der. Öner durumu anlamıştır, meseleyi hanımına anlatır, 'öğleyin bizim müdür bana odun kömürü ne yaptın aldın mı diye sorduydu' der. Duruma hem sevinirler hem üzülürler, onlar bunu hak etmediklerini düşünür, Öner Bey ise 'başkası olsa cüzdanımı getirmezdi, ona benimde bir iyilik borcum var' diye düşünmüştür. Öğleyin Önerle konuştuktan sonra kömürcüyü aramış ve Önerin evinin adresini vererek borcunu ödemiştir. Ertesi gün Öner gider hem teşekkür eder, hem de 'efendim beni mahcup ettiniz, ben evde olsaydım almazdım' der. O da 'önemi yok, o senin hakkındı, almayacağını bildiğimden habersiz gönderdim' der. Dönüp tekrar 'hade hayırlı olsun, kadrolar tamamlandı, git personele de yerini öğren' diye ikinci bir müjdeyi verir Öner'e.
O akşam Öner iş çıkışı daha bir keyifle evine döner, yoğun bakımda hasta bakıcı olmuştur, mavi önlükler içinde kendisini doktor olmuş gibi düşlemektedir. Arkadaşları eline bir not tutuştururlar, bunu kaybetme sakın, nöbet günlerin burada yazılı derler. Dört günde bir nöbeti vardır, yirmi dört ve on altışar saatlik nöbet usulü. Ah birde başına gelebilecekleri bilebilse...
(Gelecek bölümde, ölü 'osurdu', Öner bayıldı) Şiirkolite yayınlanmıştır.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tarafsız Taraf Olmak ve ya Bitaraf Olmak ( I )

İnsanları diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik topluluklar halinde yaşaması ve aidiyet duygusudur. Doğduğunuz yere ait olma olgusunun farkına vardığınızda da sorumluluklarınız artar. Doğduğunuz topluma karşı kendinizi sorumlu hissetmeye başladığınızda etrafınıza bakarsınız. Size yön veren toplumun çelişkileri ve tutarsızlıkları karşısında bocalarsınız. Bildiğiniz tüm doğrular altüst olur. Size yansıtılan başkadır, sizin öğrendiğiniz daha başka...
Yaşadığınız toplumun genel kültürü size etki etmeye başlar. Bazen bu etkileşim sizi esir edebilir, boğulursunuz, çırpınırsınız...
En kolayına başvurup bulunduğunuz toplumun dışına çıkarsınız, kendinizi o toplumdan soyutlar, yeni ve yeniden bir başka ait olabileceğiniz bir toplum arayışına girersiniz. Bu aşamada sizi bekleyen en önemli tehlike ya kabul, ya da ret'tir. Önce, içinden ayrıldığınız toplum sizi dışlamaya başlar. Söylemleriniz, eylemleriniz onların düşünce dünyasına ait değildir, dolayısıyla sizin düşüncelerinize ehemmiyet vermezler. Sizi dışladıkları gibi, söylemlerinizi de düşmanca tavırlar olarak algılarlar. Başka toplumlar tarafından genel kabul görmüş ve sizinde inanmış olduğunuz realite onlara hiçbir şekilde tesir etmez. Siz söylediklerinizle kalırsınız, onlar sizin söylediklerinizi akıl süzgecinden geçirip, kendi doğruları ile çelişiyorsa sizi doğrudan "öteki" kefeye koyarlar. Bu saatten sonra siz ne yaparsanız yapın, hep ötekisiniz. Sizin söylediklerinizin hiçbir önemi yoktur. Tek doğru vardır o da kendi bildikleri doğrudur. Kendi bildiklerinin doğru olup olmasının onlar için hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur...
Doğru bildiklerine inanırlar, bu uğurda savaşlar verirler, kan dökerler. Söylediklerini emir telaki etmelisiniz, çünkü onlar diyorsa doğrudur. İşin aslını sadece ve sadece onlar bilir. Onlar sizin adınıza düşünür, sizin yerinize karar verir. Size düşen kayıtsız şartsız itaattir, ne yazık ki...
Sizin değişerek, gelişerek kendi toplunuzun dışına çıktınız, düşüncelerinize yakın dünya görüşlerini referans aldınız. İlk baştaki olaylar burada da cereyan edecektir. Kendinizi ait olduğunuzu sandığınız bu yeni toplumda sizi kabul etmeyecektir. Onlarda sizi hep "öteki" görmeyi sürdürecektir. Ne de olsa siz, sonradan aileye dâhil oldunuz. Her defasında sizin samimiyetiniz test edilecektir. Düşünceleriniz ola ki onların da düşünceleri ile çelişti diyelim, doğru olan sizin düşünceniz de olsa sizi kıracak incitecek, içinizi acıtacak bir kuram ve ya kavram bulacaklardır.
Her zaman ve her fırsatta "dik bir duruş" sergiliyorsanız, her zaman ve her yerde hep doğruları söylüyorsanız ve her zaman "fincancı katırlarını ürkütüyor-sanız" siz dosdoğrusunuz demektir. Varsın hem "İsa" ve hem de "Musa" sizi kabul etmesin. Sizi her fırsatta birileri beğendiğini söylüyorsa ve her zaman birileri sizi alkışlıyorsa o zaman kendinizden şüphe etmeye başlayın. Hiçbir zaman düşüncesine katılmadığınız ve düşüncesini önemsemediğiniz biriyse sizi alkışlayan, o zaman bilin ki siz yanlış yöne sürmüşsünüz atınızı. Bu halde de size düşen, atınızın dizginlerine sıkı sıkıya sarılmak ve yönünü alabildiğince çevirmek olmalıdır.
Hayatta edindiğiniz izlenimler her iki tarafa da kâfi derece de "hoşnut" gelmiyorsa, siz bildiğiniz doğruları var gücünüzle ve olanca samimiyetinizle savunmaya devam etmelisiniz. Çünkü birilerini tatmin etmek değildir amacınız, aslolan sizin düşüncelerin-izdir...
Kapalı toplumların "tutucu", köhne ve "biat" kültürünün tahtını sallayan yeni iletişim araçları, düşünce dünyamızda ve hayatımızda devrim yapmaya devam ediyor. Feodal yapılar kırılmaya başlandı. Etnik kimliğe yöneliş bir süre sonra tamamen duraksamaya başlayacak ve yerini dünya vatandaşlığı alacaktır. Aidiyet sadece düşünsel anlamda olacaktır gibi görünüyor.
Kendinizi bir taraf olmaya zorlamanız anlamsızlaşıyor, bırakın kim isterse ne taraf olursa olsun. Siz kendinizden taraf olmaya bakın. Eskiden medeniyetlerin etkileşimi savaşlarla olurdu, şimdi medeniyetlerin hepsi bitamam elimizin ucunda. İster istemez etkileşim yaşanacak ve gelişme süreci devam edecektir.
Tabiatta varlıklar doğar, büyür, yaşar ve ölür. İnsan ise doğar, büyür, yaşar ve gelişir sonra belki ölür. Bazı insanlar da ölü iken de yaşarlar, düşünce dünyası varlığını hep sürdürür. O düşünceler birkaç kuşağa kılavuzluk yaptığı gibi, birkaç kuşak daha o düşüncelerin ışığından istifade edecektir.
Ölü gibi yaşamaktansa, ölümsüzler gibi ölebilmeyi rabbim herkese nasip etsin vesselam...

5 Temmuz 2011 Salı

Kuluncak Dağlarına İthal Lavanta Dikiliyor

Bir zamanlar dağlarında mor sümbüllerin, kekiklerin, kevenlerin kokusu ile övündüğümüz köylerimize şimdilerde dışarıdan fidesi ve ya tohumu getirilen lavantalar ekiliyor.
Köylerde her evde on- on beş arı kovanı olurdu. hakiki kara kovan balının tadı da, kokusu da bir başkaydı. Ne zaman köylerimize zirai ilaçlar girdi tarım gibi arıcılıkta bitti.
Koyaklarında mor sümbüllerin,lalelerin,nergislerin,çiğdemlerin yerini kaysı ve kaysının kimyevi ilaçlı çiçekleri aldı. Arılarımız polen toplamak için kovanlarından çıktıklarında yarısı ayaklarında polenlerle yarı yolda kovanlarına dönemeden telef oldular…
Aç gözlülükte sınır tanımadık, dağı taşı kaysı fidesi ile doldurduk. Hak edebildik mi? Hayır. Ona da gereken itinayı gösteremedik, toprağımız uygun mu değil mi, ne tetkik ne tahlil. Saldım çayıra mevlam kayıra, el gördülük bahçelerimiz oldu.
Yeşil kaysı ağaçlarının dalına serçeler bile küstü, arıları öldürdük tarımı öldürdük. Hayvancılık tarih oldu. Dağda taşta küçük derelerimiz akar sularımız vardı. Çobanların çay demleyip kaval öttürdüğü dağlarımızda şimdi ne içmeye bir yudum su ne de otlayacak bir kuzulu koyun görebilirsiniz. Hatta çölde su bulunabilir  belki ama bizim dağlarımızın gözünü kuruttuk, gözyaşını elinden aldık. Bir dere boyuna her on metrede bir kuyu vurduk, suya hasret kavrulduk…
Ne çiğdem çiçek açıyor, ne nergislerimiz koku saçıyor…
Türkiye’mizin her yerinde olduğu gibi kendi hayat damarlarımızı ellerimizle kestik. Doğayı katlettik, şimdi ne kadar dövünsek-de boşuna. Ettiğimizi çekiyoruz, çekmekle de kalmıyoruz gelecek kuşaklara bu ayıbı miras bırakıyoruz. Çocuklarımızdan ödünç aldığımız doğayı, ihtiraslarımıza kurban ettik. Çocuklarımıza ihanet ettik…
Memleket haberleri yazmak isterdim, memleketimin her yerinden göğsümüzün kabaracağı haberleri sizlere aktarmak isterdim, içim acıyarak sizlere bu haberi verebiliyorum işte.
Kuluncak Kaymakamlığı, Darılı,Alvar, Konaktepe ve Göğebakan Köylerine 2000 kök Lavanta dikti.
Kaymakamlığın internet sitesinden duyurduğu haber şöyle:
“İlçemiz Kaymakamı Sayın Mehmet YİĞİT öncülüğünde, İlçe Tarım Müdürü Ramazan TARAN tarafından ;  bölgemizde bal, polen ve nektar kaynaklarını zenginleştirmek ve kaliteli bal üretimini teşvik etmek amacıyla yürütülen proje kapsamıda; Yalova Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü tarafından ilçemize hibe edilen 2000 adet lavanta bitkisi, ilçemizde arıcılığının yoğun olarak yapıldığı darılı,alvar konaktepe ve göğebakan köylerindeki arazilere tarafımızdan dikimi yapılmıştır”.
**
Noktasına virgülüne dokunmadan haberi size aktardım, Sağolsun Kaymakamımız “içi acımış” olmalı. Bir çöl görünümüne dönüşmüş, suyun kenarında susuz bir vadiye dönüşmüş dağlarımıza daha fazla sessiz kalmak istememiş.
Çıkmayan candan umut kesilmezmiş, inşallah aklımızı başımıza alırız da kalan dağlarımızı yeşertiriz. Kim bilir Sülünler’imiz, Keklikler-imiz belki  bize acır da  ”yuvaya” dönerler…

CHP ve BDP Yüzünden, Ara Seçime mi Gidiyoruz?

Biraz zihin jimnastiği yapalım,
AKP şöyle ve ya böyle Hükümeti kuracak, yeni Meclis Başkanını da pek tabii ki seçecek, öyle değil mi?
Peki, ne kaldı geriye?
Devamsızlık yapan Vekiller. Eh oda kolay, şöyle ki;
Meclis açılır, ilk oturumda “Salt çoğunluğun Oyu” ile “düşürürsünüz” vekilliklerini…
Mevcut yasalarımıza göre üç ay içinde yeniden bir “ara seçim” gündeme gelir.
İstikrar bozulur mu, sanmam. Bundan daha kötüsü olmaz.
Başbakan Erdoğan yarın bu minval üzere bir açıklama yaparsa şaşmayın. Bana göre de sürpriz olmayacak.
Aklın yolu birdir. Sen kalk vatandaşa “kazık” atmaya çalış, sonra da efendim “arkadaşlarımız içeride, seçilmiş arkadaşlarımız Meclise gelmeden olmaz” hadi ya, seçime girerken böyle söyleseydiniz ya…
Demezler, diyemezlerdi, öyle değil mi? Bir söz vardır hani “tavşan dağa küsmüşte, dağın haberi olmamış”…
Ortada ne dağ var ne de tavşan, ortada kendisiyle çelişen bir CHP, tutarsız bir BDP var. Dün söyledikleri başka, bugün dedikleri daha başka, geldikleri yol ortada.
Alışmışlar kolaycılık yaparak suçu birilerinin üzerine yıkmaya. Diyelim ki Hükümet suçlu, ya siz? Siz o Mecliste değimliydiniz, “gökten zembille mi indiniz”…
Bu güne kadar Demokratik adımlar atınızda Hükümet mi sizi engelledi. Yasa teklifi hazırladınız da “çoğunluklarına güvenerek” ret-mi ettiler…
Söyler misiniz Allah aşkına, bu güne kadar ne yaptınız. Cumhuriyet tarihi boyunca en küçük bir “hayırla yâd edilecek” işiniz icraatınız var mı? Bu güne kadar sokaklara çıktınız, protestolar yaptınız. İşi öğrencisine eğitim vermek olan Rektörleri bile “Cübbeleri” ile sokaklara döktünüz, Cumhuriyet mitingleri yaptınız. Yargıyı bile “siyasi mekanizma” haline getirdiniz. Olur, olmaz zamanda yaptıkları “açıklamalar” ile kafaları bunaltmaktan başka yaptığınız bir icraatınızı gösterin bizde sizinle yeniden sokaklara çıkalım.
Yıllarca Atatürkçülük adına Askerleri “kafaladınız”, yargıyla yasayla yaptıramadıklarınızı “silahla” bir başka şekilde çözmeye çalıştınız.
Demokratik taleplerini silahların gölgesinde açıklayan BDP ile aranızdaki fark sadece bu kadar. Birisi illegal örgütün silahıyla irademize ipotek koydu, diğeri “yasal mermisi” ile irademizi elimizden aldı…
Demokrasi tarihine “kara bir leke” ile geçtiniz, tarih sizi yargılayacaktır kuşkusuz. Ancak tarih sizi yargılamadan evvel bu millet sizleri “vicdanlarında hapsetmiştir”. İster CHP’li olsun ister BDP’li, ben halkımı biliyorum. Bu milletin bir ferdiyim ve ben milletimin sağduyusuna inanıyorum, siz ister inanın, isterse inanmayın…
Yakın tarihte “Merve Kavakçı” ya yaptığınız “aşağılık” davranışınızı ne çabuk unuttunuz. Onun mahkûmiyeti mi vardı, siyasi bir dava ile mi yargılanıyordu. Örgütsel suçlardan hüküm mü giymişti, ne yapmıştı…
**
Demokratik haklı taleplerinize eyvallah, bunu hepimiz savunabiliriz, ancak; talepleriniz “meşru” olmalıdır. Meşru zeminde tartışılmalıdır. Mecliste çözümlenecek olanı “çadıra” taşımak olsa olsa “bedevilere” yakışır bir tutumdur…
Özel bir örnekleme yapacak olursak, diyelim ki YSK yanlış yaptı. Kaosa davetiye çıkardı. Siz bilmiyor muydunuz sonucun böyle olacağını. BDP “Apo” yu aday yapsaydı, onun içinde mi böyle davranacaktınız, “halkın iradesidir” mi diyecektiniz…
**
Peki, söyleyin Allah aşkına! Bu Haberal kim? Devleti âli’ye sayısız hizmetleri geçmişte biz mi bilmiyoruz. Defalarca “Nobel” almış, Türkiye’nin medarı iftiharı idi de bizim mi haberimiz olmadı, Ulusal arası başarılarını nasıl görmüyoruz diyeceğim. Kim bu “zevat” sahi…
Büyüklerimiz, “pire için, yorgan yakmak” deyimini sanırım bu günler için söylemiştir. Bu CHP’e başka ne söylenebilir ki.
**
Şimdi yukarıda yarım bıraktığımız “zihin jimnastiği” ne dönelim.
Diyelim ki CHP “her şeye rağmen” Meclise gelmedi.
Meclisin “manevi şahsiye sine” halel gelir mi? Gelmez.
Halkın iradesinin tecelli ettiği bir Meclis vardır ve işleyecektir. Dediğimiz gibi mevcut yasada değişiklik yapılmaz ve “seçilen” vekiller yemin etmezse “vekilliği” düşürülür. Ara seçime üç ay içinde gideriz. Ne ekonomimiz “s.o.s” verir, ne de hükümet güven kaybeder. Kısmi bir bölgede “dar bölgeli” bir ara seçimle iş çözülür. Bu arada YaSaK da çözülür, YSK bu sefer yeni bir “kaos” çıkarmaya “cesaret” edemez. Önüne gelen listedeki adayları bi’tamam inceler, adaylığına mani bir durum yoksa tereddüte mahal bırakmayacak bir karar verir. Seçim sonucu ne olur derseniz gelinen nokta da “üç’ün,bir’i” olur.
Hem CHP ve hem de BDP, bu vekillerin yerine “boyunun ölçüsünü” alır.
“Hak şerleri hayr eyler,
Arif anı seyreler,
Mevala görelim neyler,
Neylerse güzel eyler” demiş Yunus, bizde hatırlatmış olalım, esen kalınız…

HAYDER, Malatya’da Gönül Köprüsünün Temellerini Attı

Malatya, bu topraklarda doğup, dünyanın dört bir yanına savrulan ve yıllarca “vatan özlemi, sıla özlemi” çeken, gurbetteki Ermenilerin hüzünlü, dramatik ve bir o kadar da sevindirici bir buluşmasına ev sahipliği yaptı.
Geçtiğimiz yıllarda, kurdukları Malatya HAYDER’i (Malatyalı Hayırsever Ermeniler Derneği) ve kuruluş amacını yerel basınla birlikte ulusal basına açıkladılar. Kum taneleri gibi her biri bir tarafa savrulan hemşerilerini bir dernek çatısı altında birleştirerek, ortak kültürü yaşatmak ve atalarının mezarlarının bakımı ve restorasyonu gibi bir dizi hayırlı faaliyete imza atmak istiyorlardı.
Malatya valisi Sayın Doc.Dr. Ulvi Saran ve Belediye Başkanı Ahmet Çakır’dan randevu talep ettiler. Talepleri kabul edildiğinde sevinç, korku ve endişe karışımı bir duygu ile geçtiğimiz yıllarda dört beş kişilik bir gurupla ilk defa doğdukları topraklara geldiler. Malatya havalimanına indiklerinde “heyecandan bayılacak” kadar sevinç içindelerdi.
Geçtiğimiz yıl, Malatya Valimiz Sayın Doç.Dr Ulvi Saral, Belediye Başkanı Ahmet çakır ve diğer ilgililer tarafından çok sıcak karşılanmışlardı. Daha sonra çalışmalara başlandı, Valilik, Kültür Müdürlüğünün denetimi ve Malatya İl Özel İdaresi Genel Sekreterliği İmar ve Kentsel İyileştirme Müdürlüğü bünyesinde KUDEB (Koruma Uygulama ve Denetim Bürosu)’i kurdular. KUDEB’in başına geçen Levent İskenderoğlu, genç, enerjik ve işini çok seven, önemseyen bir kardeşimiz. Yaptıkları çalışmaları ve yeni projelerini anlatırken “gözleri” parlıyordu.
Levent İskenderoğlu, adı ile müsemma “Levent Vadisi” gözlem ve seyir kulesi hakkında bilgiler verdi. Doğal dokuyu koruyarak yaptıkları yürüyüş parkuru ve seyir kulesini anlattı. Seyir Kulesinin bu günlerde açılacağını ve basına tanıtılacağını söyledi. Yaklaşık 28 Km uzunluğunda çok özel bir vadi olan Levent vadisi yakınlarında yeni ören yerleri bazı mezarlıkların da koruma ve kayıt altına alınacağını belirtti.
O bölgeyi kısmen bildiğimden , “hazine avcılarının” elinden kurtarılacak olmasından ayrıca bir sevinç duydum. Bu güne kadar kazılmadık ne ören yeri, ne mezarlık ve ne de bir Türbe bıraktılar. Bulunduğumuz coğrafya çok özel ve enteresan bir bölge. Kökleri tarihin derinliklerine ve nerede ise insanlık tarihi kadar eski ilk yerleşkeler bizim topraklarımızda. Tarih öncesi Paleolitik devrinden günümüze pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış çeşitli medeniyetlerin izlerini bugün bile üzerinde taşıyor. Gün yüzüne çıkan yeni kazılarla bölgenin tarihi zenginlikleri koruma altına alınarak “açık hava müzesi” görünümüne kavuşuyor.
Geçtiğimiz günlerde hayata geçirilen Aslantepe Açık hava Müzesi ve tarihi Sevserek Han da bunlardan bazıları. Battalgazi ilçemizde bulunan bir çok tarihi yapı konak, han, camii ve “kırklar mezarlığı” gibi gün yüzüne çıkan ve çıkarılmayı bekleyen daha bir çok projenin Darende, Akçadağ ve Hekimhan’da da sürdürüleceğini bilmek içimizi ferahlatıyordu…
Malatya kültür ve Turizm müdürümüzle daha öncesinde bir konuşmamız olmamıştı. Müdürümüz Bahaettin Kabahasaoğlu’nu bir “edip” olduğundan ayrıca ve gıyaben severdim. Yakından görüp konuştuktan sonra da sevgimin boşuna olmadığını anladım. Malatya’mız bu anlamda çok şanslı, işin ehli olanlar işbaşındalar. Kültür müdürümüzün derin tarihi bilgi ve coşkusu hepimizin malumu. Kendisini Türkiye bir yazar olarak ismen biliyor. Hayalinde yaşattığı hayal kahramanı “Fujiwara” yı, orta Asyadan alıp,Çinden, japaonya’dan keyifli maceralar eşliğinde, fantastik bir kurgu romanla tarih bilgilerimizi ve ezberlerimizi bozacak ilginç hikayeleriyle günümüze kadar taşıyor.
Fujiwara aslında Roman değil, romanlar serisi. Her roman ayrı bir uygarlıkta apayrı bir coğrafyada geçiyor…
Kültür Müdürümüz Bahaettin Kabahasaoğlu, önümüzdeki günlerde kırk kadar özürlü ve ailesini yurtiçi tarihi yerleri gezdirme projelerinin olduğundan bahsetti. Bu bağlamda beni de gezide görmek istediğini söyledi. Ne yalan söyleyeyim çok sevindim, heyecanlandım. Kendi adıma değil sevincim. Doğduğu günden beri sadece sokağını ve bazen de parkalarını ancak görebildiği, şehir dışına çıkmamış yüzlerce kardeşimiz var. Televizyonlardan gördükleri ve beklide özlemini duydukları yerleri görecekler. Kırk özürlü kardeşimize iki otobüs tahsis edileceğini anlattı, yanlarına refakatçileri eşliğinde on günlük bir tarih yolculuğu yapacaklar. Bu güzel düşüncesi için Sayın İl Kültür Müdürüm Bahaettin Kabahasaoğlu ‘na sonsuz şükranlar, bütün “özürlü” ve özürlü ailesi gençlerimiz adına.
***
Biz sohbetimizi sürdürüyorken protokol konuşmalarının başlaması sohbetimizi böldü. İlk olarak HAYDER adına yönetim kurulu üyesi Sayın Hosrof Köletavitoğlu bir hoş geldiniz konuşması yaptı.
Malatyalı olmaktan ve Malatya’da bulunmaktan gurur duyduğunu, yurtdışında yaşayan yüzlerce hemşerisinin de aynı hasret ve özlemlerinin olduğunu anlattı. Bir kısmını memleketlerine getirerek bu özlemi bir nebze giderdiklerini ve dernekleri aracılığı ile bir köprü kurduklarını belirtti. Ermeni mezarlığında sürdürülen çalışmalardan bahsetti. Bekçi evi kulübesi ile gasil hane çalışmalarının sürdürüldüğünü ve Çavuşoğlu Mahallesindeki Surp Yerrortyun (Taşhoran) Kilisesinin restorasyonunun başlamış olmasından duyduğu memnuniyetini ifade etti.
Hosrof Köletavitoğlu’nun konuşmasının ardından Belediye Başkanımız Sayın Ahmet Çakır söz aldı. Çakır: tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapan Malatya’mızın tarihi ve Kültürel sorumluluğuna sahip çıktıklarını bu çerçevede modern şehircilik anlayışı içerisinde yürüttükleri çalışmalarının meyvesini verdiğini belirtti. Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan şehrimizin kültürel çeşitliliğinin zenginliğimiz olduğuna vurgu yaptı. Çakır,Belediyemizin tarihi dokuları korumada önemli başarılara imza attığını belirttiği konuşmasında, ziyaretten duyduğu memnuniyetini ve sivil toplum örgütlerinin önerilerine önem verdiklerinin altını çizdi.
Belediye Başkanın konuşmasın ardından Malatya Valimiz Sayın Doç.Dr. Ulvi Saran “sıla-ı rahim”e vurgu yaparak, yüce dinimiz İslam’ın en değerli farzlarından birisi ve en önemlisinin akraba ziyaretleri olduğunun altını çizdi. Sizlerin doğup büyüdüğü topraklardaki tanıdık eş ve dostların buluşması ve sılaı rahim ziyareti yapmanız gurur vericidir dedi. Bu sizlerin burayı kabullendiğinizin bir göstergesidir, sizlerin birlik ve beraberlik içindeki bu tutumunun ve memleketimizin kaynaşması ve farklı kültürlerin bir arada bir birilerini anlamaları yolunda atılmış olumlu bir örnektir şeklinde konuştu.
***
Yapılan konuşmaların ardından yemeğe geçildi. Hosrof Köletavitoğlu sayın Valimize Garabet Orunöz’ü tanıttı. Garabet beyle bir hayli sohbet eden Valimiz bize dönerek “çok bitirim birisi” diyerek “espiri “ yaptı.
Garabet bey iyi bir sarraf, güzel bir kuyumcu ustası; kaybolmaya yüz tutmuş kuyumculuk sanatının kendisi ile birlikte kaybolacağı endişesi taşıyordu. Almanya ve daha sonra çalıştığı İstanbul kapalı çarşı macerasına kısaca değindi. Çıraklıktan yetişme olduğundan elinde “zanaatkar diploması” yoktu. Diploması olmayana da ülkemizde “ağzı ile kuş tutsa bile” iş yoktu. Kala kala birkaç ince işçilik yapabilen ustalar kaldık dedi. Çeşitli örneklemeler yaptı “koyun altın külçesini yanıma, daha sonra ne istediğinizi söyleyin. Gerdanlık mı, yüzük mü, bilezik mi? Söyleyin hangi tarihi yansıtsın, Hitit, Asur, Babil hemen yapayım. O dönemin motiflerini işleyeyim, ister altına ister gümüşe” dedi. Vali bey dikkatle dinliyordu, kültür Müdürümüze hemen bu işi yapabiliriz, diploma kolay diyerek çalışmalarının ipuçlarını verdiler. Önümüzdeki günlerde Kültür müdürlüğümüz ve Halkeğitim Merkezi öncülüğünde ve Garabet ustanın yetiştireceği çocuklarımızın yarının birer el işi zanaatkârları olacağını görür gibi oldum. İnşallah bu güzel proje hayata geçirilir.
Bölgemizde eskiden Ermeni sanatkârları pek çokmuş. Bunlardan günümüze ulaşan ahşap harman makinesi Müzemizde sergileniyor. Ayrıca “taş baskısı” yapılırmış bu yörelerde. Taş baskı sanatının hayatta kalan tek ustasının yanlış hatırlamıyorsam Amarikada yaşayan birermeni olduğu söylendi. Onunda tek arzusunun bu işi ölmeden birilerine öğretmek olduğu söylendi. Malatyalı taş baskı ustasının elinde tarihi kalıpların olduğunu duyunca heyecanlandım. Kültür müdürümüze neden devreye girmediniz diye sorunca aslında onlarında tek düşüncelerinin Amerika’daki torunlarına ulaşmak ve taş baskı kalıplarının hem müzemize kazandırılması ve hem de işin inceliğinin öğretilmesi düşüncelerinin odluğunu öğrendim. Malatya’daki eski evlerinde muhafaza ettikleri taş baskı kalıplarının müjdesini de HAYDER aracılığı ile Valiliğimize bildirmişler. İşte dedim, memleketimin insanı, nerede yaşarsa yaşasın kalbinin bir parçası memleketinde…
Garabet beyle bende bu yemek vesilesi ile tanışma fırsatı buldum. Kendisi hakkında sitemizde yayınladığımız yazı dizisi sebebiyle duygusal bir yakınlığımız olmuştu.
Garabet beyin hayatını anlattığı yazı dizimiz sitemizde “Malatya’dan çıkıp yollara düşen Ermeniler” adıyla yayınlandı. Garabet Orunöz, hayat hikâyesini yazdıktan sonra Malatyalı Gülengül Altıntaş’ın yönetmenliğinde “Kaybolmayın Çocuklar”  filime çekildi. Bu akşam Filmin galası olmasa da gala gibi bir özel gösterim düzenlenmişti.
Filmi görmeyi ve orada bulunmayı çok istememe rağmen maalesef gösterime katılamadım. Filmin bir kopyasının cd’si şeklinde daha sonra bana verilebilirse keyifle, hüzünle izleyeceğim. İlk defa sonucunu bildiğim bir hikâyenin film halini izleyecek olmam da ayrı bir heyecan olacak benim için.
***
Burada doğmuşlardı, bizim gibi sizin gibiydiler, buralıydılar. Bir gün bir bilinmeze doğru yola çıktılar, yıllarca kendilerini gizlediler. Adlarını değiştiler, gittikleri şehirlerden başka şehirlere gittiler. Ev bark – iş ocak sahibi oldular. Çoluk çocuğa karıştılar, evlendiler ayrıldılar. Bazen dinledikleri memleket havasında içlendiler, ağladılar. Yanık bir Arguvan türküsünde kendilerini buldular, kaval sesi, saz sesi ile içlerine işleyen gurbet acılarını hafifletmek istediler.
Kolay değildi öyle Avrupa gibi elini kolunu sallayarak kalkıp, burası benim de ülkem, benim de vatanım demek. Anlayamazlardı, anlamazlardı, korkuları çekinceleri vardı. Sustular, sabrettiler, beklediler…
Zaman dolmuştu işte, gün bu gündü, vakit geçirmek olmazdı. Zaman her şeyin ilacı dedikleri bu olmalı, olmaz denilen oluyor, konuşulamayanlar konuşulabiliyordu. Dün “Ermeni’yim” diyemiyorlardı, bugün kendi adları ile derneklerini kurabiliyorlar ve kendi dillerini konuşabiliyorlardı. Ana dillerinde Türkü söylemek dua etmek istiyorlardı, olunmaz denilen oldu, başardılar, başardık…
Ülkemiz kazandı, kültürümüz kazandı, biz kazandık. Hemşerilerimizi kazandık. Demokrasimiz gelişti ve bizler demokratik olgunluğa adım attık. Bu güzel bir başlangıçtı…
**
Geçişte yaşanan “ayıplı yılları” unutup, yeni dostluklara yelken açmanın tam da zamanı. Bir gönül köprüsü kurmalıyız, ortak kültürümüz yaşatmalıyız, sahip çıkmalıyız.
Geçmişte dedelerimiz iyi komşular olmuşlar, bir birilerinin düğünlerinde cenazelerinde bulunmuşlar. Karşılıklı oyunlar oynamışlar, Türküler söylemişler. Ta ki içimize birileri girip “nifak” tohumları atıncaya kadar.
Kinle nefretle bir toplum yaşayamaz, hayatiyetini devam ettirebilmenin yolu barıştan geçer. Barış içinde bir arada yaşayabilmenin olmazsa olmaz kuralı da karşılıklı bir birimizi anlamamız ve değer yargılarımıza saygıdan geçer. Bizim dedemizin mezarının yanı başına kendi mezarımızı yaptırabiliyorsak, onlarında hakkı değil mi baba yurdunda, dedelerinin yanında hiç değilse kendi mezarlarında kendi dini inançları eşliğindeki dualarla uğurlanmak…
Gelecek kuşaklara taşıyacağımız en büyük mirasımızın “Barış” olması dileğiyle, ülkemizin birlik ve beraberlik içinde daha nice bin yıllar beraberce Türküler söyleyeceğimiz günlerde görüşmek üzere…