22 Nisan 2012 Pazar

Bayramlık Şalvar Aranıyor

Yarın 23 Nisan.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı… Tüm dünya çocuklarına kutlu olsun!

Sizlere 23 Nisan’ın anlam ve önemini anlatacak değilim. Kendimden bazı kesitleri aktaracağım müsaadenizle. 
Okula çok küçük yaşlarda başlamıştım. Her sabah kalkar bir öğrenci edasıyla hazırlığımı yapardım. Ablamın defterlerinden olsa gerek bulabildiğim defter ve kitapları rahmetli Nenemin benim için özel olarak diktiği bez torbaya (ki ben ona “Çanta” diyordum) doldurur dalıma astığım gibi okula giden çocukların peşine takılırdım.
Çok geçmeden de ağlaya zırlaya kendimi evde bulurdum. Sanırım henüz dört yaşlarındayım. Köyde o yaşlarda çocuğu okula kabul etmedikleri gibi annemlere de her defasında sevgili Celal Hoca’nın, annemle akraba olması hasebiyle olsa gerek “Fatma ikide bir şu çocuğu dışarı bırakma, yağmur demiyor çamur demiyor sabahın köründe okula dayanıyor…” diyerek şikâyetçi olduğunu hatırlarım.

Celal Hoca annemin dayısı oğlu idi. Köyümüzdeki okulun lojmanında kalırlardı. Bazen annemle Celal Hocalara birlikte giderdik. Annem evden süt, yoğurt yumurta kabilinden şeyleri götürüp ikram ederdi. Celal Hocalar köylümüzdü ancak ailesinden hiç kimse köyde değildi. Babası tarlayı, bağı, bahçeyi bırakıp Malatya’ya yerleşmişti. O yıllarda büyüklerimiz çok söylenmişler “çoluk çocuk şehirde ne yiyip içeceksiniz, hem kendini hem çocukları perişan edeceksin” diyerek gitmelerine mani olmak istemişler fakat Ali dayı kararından dönmemişti.

İşte şehre ilk giden o aileden bir fert yine köyümüze bu sefer Öğretmen olarak gelmişti. İtibarı saygınlığı ne kadardı bilemiyorum ama benim gözümde bir “idoldü” belki de… O yıllarda henüz köyümüzde elektrik yok, telefonla tanışmamışız. Köyümüzde sadece tek tük bazı evlerde teknolojinin var olduğunu hatırlatan bataryalı radyolar ve gramofonlar vardı. Taş plaklardan dinlediğimiz o Türkülerin tınıları bugün bile kulağımdadır. Radyo ve ya gramofon olan bir evden yüksek sesle çalınan bu Türküleri dinler dinlemez hafızama kazar hemen ezberlerdim. Ertesi gün ben emmim oğlu Kaya ile Veysel’in (Emmim, Amcalarım) damına çıkar ben davul çalardım Kaya da ağzıyla saz ve ya o Türküdeki enstrümanın sesini çıkararak bana eşlik ederdi.

Davul dedikse ne davulumuz var ne de çalgı çalacak başka bir aletimiz. Köylerde eskiden yaygın olarak kullanılan teneke yağlar olurdu: “Vita yağı”. Boşalan tenekeye çaputtan ve ya kemerden bir askılık yapar, elimize aldığımız sopa ve ya çubukla öğrendiğimiz Türkü ve oyun havalarını icra ederdik.(!)

Oyun havalarını rahmetli Haydar (köyümüzde düğünlerde davul çalan, Kuluncak Alvar köyünden) kirvemden, Türküleri Gramofonlardan ezberler ve icra ederdik. İlk canlı performans Sazı rahmetli Turan Öğretmenimin elinde görmüştüm. 23 Nisan’da gündüz çocuklara müsamere yaptırır akşam okulda Piyes ve akabinde kendi sazıyla Türküler söyleyerek etkinlik yaparlardı. Köyden hemen herkesin katıldığı böyle günleri şimdilerde görmek neredeyse imkânsız…

Celal Hocaların evine gitmek için annemi sıkıştırırdım “Ana n’olur Fadime ablalara gidek” diyerek ısrar edince annem dayanamaz düşerdi önüme. Lojmana doğru giderken sevinçten uçardım. Çünkü Celal Hocanın sazı vardı. Duvarda asılı dururdu, belki çalar dinlerim ümidiyle her defasında keyifle gitmeme karşın hayal kırıklığı içerisinde gerisin geri eve dönerdim.

Biz annemle Celal Hocaların evine her gittiğimizde Celal Hoca ayakta tam da gitmeye hazır bir vaziyette olurdu. Ayaküstü anneme dönerek hoş beş hatır sorduktan sonra da bana dönüp “n’aber lan sarı” diyerek saçımı okşar, sonrasında da “bana müsaade siz kadın kadına sohbet edin, kahveye doğru gidem” diyerek evden çıkardı. Annemler epey müddet Fadime ablayla konuşur ben sessizce bir köşeye çekilir saz tamda karşımda olacak şekilde konuşlanır adeta bir devasa tablo seyreder gibi gözümü kırpmadan sazı öylece seyre dalardım. O sırada bildiğim tüm Türküler gelir aklıma elimde saz kendim çalıp söylüyorum olarak kendimi hayal ederdim…

Annemin kolumdan çekiştirmesiyle uyandığım hayal âleminden tekrar eve doğru gitmek üzere annem çekiştirirken ben hala gözüm aynı noktada kafamı çevirip, çevirip bir kez daha sazı görebilirim umuduyla arkama doğru bakakalarak oradan uzaklaşırdık... 
*
Ne yapsam bir türlü okullu olamıyordum. Her gün herkesten önce kalkıp hazırlanmam ve okulun bahçesinde mevzilenmem kar etmiyordu. Okul öğrencilerin tamamı gelip sıra olmaya başlayınca hemen koşar arada bir yere girerdim. Çok geçmeden de öğretmenler fark eder nazikçe (!) eve gönderilirdim.

O gün eve gönderilirken rahmetli Gazi (Aslan) öğretmenimin yanağıma kondurduğu “şamar”ın etkisiyle ertesi gün beni evliğe (Köy evlerinde zahire odası, kiler) kilitleyen annemin halini hala unutamam. Evlikteki göz hapsini okumak isteyenler Şiirkolik’ten bakabilirler. 

*

Her gün elimde defter kalem okul kapısına dayanmam sonuç vermişti. Nihayet okullu idim, mini minnacık halimle okulun maskotuydum. Her 23 Nisan müsamerelerinin vazgeçilmez elemanıydım. Şiir okur piyeslerde rol alır, altta beş altı tane iri yapılı üst sınıflardan öğrenci, onun üzerinde sayıca biraz daha az ve en alttakilerden daha çelimsiz öğrenciler ve en üstte bir başıma ben çıkarak kuleyi tamamlar; koynumdan çıkardığım Ay Yıldızlı Bayrağı açmamla da alkışlar eşliğinde gösterimizi sonlandırırdık…

23 Nisan’a daha epey bir vakit vardı ama biz hazırlıklara başlamıştık bile. Öğretmenlerimiz rollerimizi dağıtmış, metinleri ezberlemiştik bile. Provalar yapılacaktı, her öğrenci kendi kostümünü kendisi temin edecekti. Kimisi kalpak sarık, kimisi şalvarlı yelekli eski Anadolu kıyafetlerini bulup üzerlerine göre uydurabiliyordu. Benim giyeceğim kostümde arkadaşlarımınki gibi şalvar ve üzerine beyaz gömlek, belinde kuşak ve başına da fes olacaktı. Camii Hocamız Zühtü Bey, bana bir fes vermişti. İçine de kalınca bir örgü hazır şapka ve birkaç bez parçası ile ancak kafamda durabilecek kadar daraltabilmiştim. Üzerinde annemin beyaz yazmasını sarık gibi sarınca kafamdan düşmesini engelleyebiliyordum.

Gömlek ve kuşakta tamamdı, ancak şalvar bulamıyordum. Annemin şalvarları “carse” denilen bir kumaştan yapılma ve üzeri allı pullu bir sürü çiçekli olanlardandı. Düz siyah şalvarı yoktu. Köyde erkeklerin çoğu şalvarlıydı ancak babam şalvar giymiyordu. Vakit epeyce daralmıştı, ne dayımların ne amcalarım ve akrabaların şalvarı bana olası değildi. En küçük şalvarın bir bacağına ben iki kere sığabilirdim. Köyde ne manifaturacı ne kumaşçı ne de terzi vardı. Olsa bile öyle fazladan şalvar alacak bütçemde yoktu. Herkesin kendi kullandığı bir en fazla iki şalvarı olur, yıkar sıkar giyerlerdi. Burada bir nokta koyup Zühtü Hocama dönmek istiyorum.

Zühtü Hoca köyümüzün imamı idi. Genç kültürlü, bilgili ve birikimli idi. Bildiğimiz imamlara hiç benzemezdi. Kahveye girer pipo ve sigara içer, şehirden gazete dergi getirtir ve çok güzel kıyafet giyerdi. Pardösüsü takım elbisesi içinde oldukça şık dururdu. Bakımlı ve “şehirli” olmasının yanında gayet “çağdaş” bir kıyafetle bildiğimiz kalıpların dışında bir imamdı. Herkesle iyi anlaşır, öğretmenlerle de sürekli bir arada olur ve bizimle özel olarak ilgilenirdi.
Burada sanırım bir parantez daha açmalıyım. Köyümüz Sünni bir köy olmakla beraber köylülerimiz bugünkü kalıplar içerisinde düşünüldüğünde öyle “mutaassıp, tutucu” filan sayılmazdı ancak; köye gelen imamların bir profili vardı, sakalıyla duruşuyla, kıyafetiyle ve ilişkileriyle…

Zühtü hoca namaz vakitlerinden arta kalan zamanında okulda olur bizlere eğitmenlik yapardı. O yıl 23 Nisan müsameresi için oynanacak piyes ve diğer etkinliklerin tamamını Zühtü Hoca hazırlamıştı. Temsilde söylenecek Türkülerin seçimi ve koronun hazırlanması, piyesimizde kullanacağımız kıyafetler ve sakal bıyık gibi ekstra denebilecek öğrencilerin makyajlanmasını bizzat kendi eliyle yapar ve bizim provalarımızı yönetirdi. Usta bir ressam gibi bizlere sakal bıyık çizer ve kırlaşmış sakal yapmak için “Arko” kremle rötuş yapardı… 

Şimdi düşünüyorum da ya bugün olsa ne derlerdi(?) Acaba nasıl bir “kulp” takarlardı Zühtü hocaya. Bi kere kesinkes “Laik İmam” yaftasını asarlardı, sonrasında şikâyetler, mızmızlanmalar ve belki de arkasında saf tutup namaz kılmazlardı. İlk fırsatta Kaymakamlığa, Müftülüğe “gammazlanır” sonrasında da “oh olsun! Dinsiz bir hocadan kurtulduk” denirdi. Sevgili Zühtü Hocam böyle bir şeye şükür ki maruz kalmadı. O yıllarda sanırım Yüksek İslam Enstitüsü ve ya İlahiyat Fakültesini kazandı. Köyümüzden giderken kimse arkasından konuşmadı (En azından alenen konuşmadı ve ya konuşamadı). Köyümüzde görev yapan ve şimdiye kadar gördükleri imamların dışında bir duruşu olan Zühtü Bey’in “Devletin Ajanı”, “İstihbaratçıydı” gibi “usul, usul” söylentilerinin ne anlama geldiğini sorgulayacak değilim fakat böyle hocaların şimdilerde olmayışı sizce de bir eksiklik değil mi?

*

23 Nisan diyorduk değil mi? Kaldığımız yerden devam edelim. Ben şalvar aramayı sürdürüyordum ama sonuç çıkmıyordu. Annemi usandırmıştım, herkes provalara kostümü ile giderdi ben siyah önlüğümle provaya hazırlanırdım. Bir keresinde Fesimi gömleğimi giydim, belime kuşağımı sardım, Zühtü hocamın çizdiği kaytan bıyığımla güzel bir Osmanlı neferi olacakken çocukların gülüşmesi neticesinde olamadım. 

Nasıl olabilirdim ki, “altı kaval, üstü şişhane” temsilinde olduğu gibi. Altımda don ve ya pantolon karışımı bir pijama var diyelim, üzerimde beyaz gömlek, belimde desenli bir poşiyi kuşak yapmışım, evden getirdiğim ekmek bıçağına kâğıttan kılıf yapmış hançer niyetine kuşağa doğru salmışım. Kafamda devasa büyüklükte duruyor gibi duran bir fes ve fesin içinde adeta kaybolmuş ben ve iki iri göz!

Sonuç olarak hem ben hem arkadaşlarım gereği gibi provaya konsantre olamıyorduk. Bana bakıp gülüyorlar bense hem utanıyor hem arkadaşlarıma kızıyordum. Zühtü hocam benim durumumun farkında idi pek dikkate almıyor görünse de bana çocuklara duyurmadan soruyordu “sen şalvar hazırlamadın mı” diyerek. Ben her defasında annemin hazırlık yaptığını söyleyip durumu kurtarıyordum.

O gün eve geldiğimde akşam temsilimizin olduğunu ve yarın gündüzde çeşitli programlar yapacağımızı hatırlıyorum. Annem elinde iğne iplik, makası almış bir terzi edasıyla hatta terziden öteye “Cemil İpekçi” titizliğiyle bir şeyler diktiğini gördüm. Beni yanına çağırdı üzerime tutup ölçümü bir daha kontrol etti. Siyah bir çuval mı, bez mi ne olduğunu hatırlandığım evde işe yarayan bir kumaşı annem bozmuş bana şalvar hazırlıyordu. Neyse, annem dikip bana giydirdi, “haydi çık dışarıda oyna, akşama daha çok var” dese de ben dışarı adımımı atmıyordum.

Şalvar bildiğimiz şalvara pek benzemiyordu, hoş, model görünüm bayağı benzetilmişti ancak dikiş yerleri o yaşlardaki bir çocuk olarak benim gözümden bile geçerli notu alamıyordu. Hem giymiştim ve hem de ağlıyordum. Annem bana dil koymadı döktü “oğlum gece, gece kim görecek, ne bilecek elde dikildiğini” diyerek çaresiz beni ikna etmeye uğraşıyordu. Bahane üstüne bahane sıralıyordum yok efenim dikişleri çok sırıtıyormuş, yok efenim neden beyaz iplikle dikilmiş miş, falan filan… Hâlbuki ne yapabilirdi ki kadıncağız, elinde olan ve ya olabilecek tüm imkânı oydu işte. O istemezimiydi çocuğunun tiril, tiril bir kostümle insan içine çıkmasını. O da üzülüyordu farkındaydım ancak yine de ben hem ağlıyor hem de çaresizce kıyafetlerimi giyerek hazırlanıyordum…

*

Yarın 23 Nisan, bir ulusun yoktan varoluşunun sembolü. Dünyada başka bir örneği olmayan “Çocuk Bayramı”, Atatürk’ün Türk çocukların armağan ettiği bu kutlu gün büyük bir coşkuyla yarın kutlanacak.

Köyümüzde Okulumuzun bahçesinde yaptığımız müsamerenin benzerini devasa katılımlarla statlarda büyük bir coşkuyla (!) kutlayacağız.

Biz aylar öncesinden başlardık hazırlığa ve büyük bir heyecanla o günün gelmesini beklerdik. Şimdi çocukların aynı coşkuyu taşıdığına inanmıyorum. Ne oğlum, ne kızım bana o heyecanı hissettirebiliyor. Umurlarına bile değil, stada gitmek onlar için ekstra bir harçlık bahanesi belki o kadar.

*

Ülkemizde yaşanan gerginlikler, savaş, şiddet ve günün siyasi çekişmelerini bir tarafa bırakıp çıkarıp geçmişle bir kıyaslama yapabilmeniz ve en azından içiniz karartan bir yazıyla karşınızda olmak istemediğimden kendi yaşamımın küçük bir kesitini sizlerle paylaştım. Yeni bir günde yeniden görüşmek üzere şen ve esen kalın…