31 Aralık 2011 Cumartesi

Bir iyi, bir de kötü haberim var!

Bugün sizlere 24 Aralık’ta düzenlenen “TMMOB Engelli Mühendis Mimar Şehir Plancıları Çalıştayı” hakkında kısaca söz etmeyi düşünüyordum. İkinci konuyu da 2011’in genel bir değerlendirmesine ayıracaktım lakin gündemdeki gelişmelere bakınca kararım değişti.
Bugünkü yazımda bir iyi birde kötü haberim var. Önce iyi haberden başlayayım, umarım okumak zahmetine katlanırsınız.
Antalya’nın Belek Beldesinde örnek bir ibadethane
Bu gün güzel bir haber düştü medyaya, “cemaat camiye sığmayınca namazı kilisede kıldı” yazıyordu. Antalya’nın Belek Beldesinde Dinler Bahçesi adı verilen ibadethanede üç dinin mensupları aynı mekânda ibadetlerini yapıyor. Camiinin İmamı iki dil biliyor ve ibadethaneye gelen turistlere hem camiyi, hem sinagogu ve hem de kiliseyi gezdiriyor.
Zaman, zaman yazılarımda bu özlemimden bahsederim hep. Osmanlı zamanında da benzer ibadethaneler hep olmuştur. Mega şehirlerimize benzer ibadethanelerin devamını açarak “dinler arası barış” a katkı sağlayabiliriz. Artık başka dinlerden olanlara “öcü” gibi bakmaktan vazgeçip, bizimle beraber bu ülkede farklı dinlerde olanlarında yaşama hakkı olduğunu görmemiz gerekiyor.
Bugün ülkemizde Ermeni, Rum, Süryani ve değişik mezhep ve dinden insanlarımız yaşıyor. Onların en temel hakkı olan dini inanç ve ibadet özgürlüğünün önü açılmalı.
Bir diğer hususta, bazı şehirlerimizde maalesef kapatılarak yıkılmaya yüz tutan onlarca Sinagog ve Kilisenin de onarılarak ibadete açılması sağlanmalı. Geçtiğimiz aylarda Adıyaman’da bulunan bir kilise törenle açılarak ayin düzenlendi. Malatya’mızda da Ermeni hemşerilerimizin istifade edeceği kilisenin onarımı bitmek üzere, darısı da diğer şehirlerimize diyelim…
Siyaset ve Devlet Adamlarımızdan aramızdan ayrılanlar
Eski Başbakanlarımızdan saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan 7 Şubat 2011’ de vefat etti.
Milli görüşün isim ve fikir babası Erbakan’ın Öğrencileri olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan R.Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç bugün ülke yönetimindeler. Sayısız defalar siyasi badire atlatan Erbakan hocamızın kurduğu birçok parti ya yasaklandı ya kapatıldı.
1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız aday olarak Meclise gelen Erbakan, 24 Ocak 1970′de Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurdu. Parti, Nisan 1971′de kapatıldı. 11 Ekim 1972′de kurulan Milli Selamet Partisi (MSP) ise Erbakan başkanlığında girdiği 1973 seçimlerinde 51 parlamenterle TBMM’ye girdi. 12 Siyasi İhtilalında yasaklanan Erbakan 1987 Eylülünde referandumuyla Siyası hakkına kavuştu.
91 ve 95 genel seçimlerine yeniden Konya’dan seçilerek Meclise gelen Erbakan RP+DYP koalisyonunu Çiller’le birlikte kurdu. 21 Mayıs 1997′de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, RP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve parti Ocak 1998′de kapatıldı.
Yüksek Mahkemenin RP’nin kapatılmasına ilişkin kararı ile birlikte Erbakan’a 5 yıl süreyle siyasi yasak getirildi. 30 Ocak 2004′te Saadet Partisi Genel Başkanlığından ve parti üyeliğinden ayrıldı.
Nejat Tümer ve Necip Torumtay’ın Vefatı
30 Mayıs 2011’de 12 Eylül darbesinin mimarlarından eski Deniz Kuvvetleri komutanlarından, 1980-1989 yıllarında Milli Güvenlik Konseyi ve Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeliği görevinde de bulunan emekli Oramiral Nejat Tümer vefat etti.
28 Ağustos 2011’de de Eski Genelkurmay Başkanı ve 12 Eylül’ün darbe mimarlarından Necip Torumtay, tedavi gördüğü GATA'da 85 yaşında hayatını kaybetti.
Silvan ve Çukurca Saldırısı
14 Temmuz 2011’de teröristler 13 Mehmetçiğimizi şehit ettiler. Ertesi gün gazeteler olay şu şekilde yansıdı: “Diyarbakır'ın Silvan ilçesi Bayrambaşı beldesi Dolapdere Köyü kırsal kesiminde arazi arama tarama faaliyetleri yürüten güvenlik güçleri ile bir grup terörist arasında çatışma çıktı. Çatışmada 13 asker şehit oldu, 7 asker yaralandı, 7 terörist etkisiz hale getirildi.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel incelemelerde bulunmak üzere bölgeye gitti”.
Hain saldırı haberi bu sefer Hakkari’nin Çukurca ilçesinden geldi.19 Ekim 2011’de Hakkari'nin Çukurca ilçesindeki terörist saldırıda 24 asker şehit oldu, 18 asker yaralandı.
Vatan savunmasında aramızdan ayrılan adsız kahramanlarımız Şehitlerimiz
Yukarıdaki isimler herkesin yakından tanıdığı isimlerdi. Birde isimleri unutulan adsız kahramanlarımız şehitlerimiz var. Vatan savunmasında hayatını kaybeden tüm şehitlerimize Allah rahmet eylesin, yakınlarına da sabır versin.
Tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun, mekânları cennet olsun, kabirleri de nurla dolsun (âmin).
 Dileğimiz ülkemizin bir an önce barış ve huzura kavuşması ve başka canların kaybolmaması. Yeni yıl bize barış, saadet ve huzur getirsin. Ölümler son bulsun bu kirli savaş bitsin ve bu kan dursun artık!
Başbakanın anne acısı
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın annesi Tenzile Erdoğan 6 Ekim 2011’de vefat etti. Erdoğan’ın annesinin cenazesinde döktüğü yaşları ve kendi sesiyle okuduğu Kuran-ı kerim tilaveti uzun süre konuşuldu.
Van depremi Türkiye’yi yasa boğdu
23 Ekim 2011’de Türkiye, Van'da meydana gelen 7,2 büyüklüğündeki depremle sarsıldı. Merkez üssü Tabanla köyü olan deprem, Cumhuriyet tarihi boyunca Anadolu'da meydana gelen en büyük depremlerden biri olarak kayıtlara geçti. Yaklaşık 100 kişinin hayatını kaybettiği depremde, çok sayıda bina yerle bir oldu. Okullarda eğitime ara verilen kentte 75 öğretmen de yaşamını yitirdi. Kurtarma çalışmaları için Türkiye'nin dört bir yanından ekiplerin seferber olduğu depremde enkaz haline gelen binalardan 222 vatandaş sağ çıkarıldı.
Kozinoğlu’nun vefatı
13 Kasım 2011’de ODA TV soruşturması kapsamında tutuklanan MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu Silivri Cezaevinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.
Trafik terörü
21 aralık 2011’de Diyarbakır-Batman karayolunda meydana gelen trafik kazasında 25 kişi hayatını kaybetti.
Terörist sandık, sivilleri vurduk
Şırnak'ın Uludere İlçesi yakınlarında düzenlenen hava operasyonunda sınırda kaçakçılık yapan 35 kişi hayatını kaybetti.
Yoğun çatışmaların yaşandığı bir bölge olarak bildiğimiz Sinat-Haftanin yöresinde uçaklarımızın bombalaması sonucu ölen masum 35 köylümüzü de Allah rahmet eylesin. Uludere’nin değişik üç köyünden, yarısının yaşı maalesef 20’nin altında…
Bu köylülerin tek geçim kaynağı kaçakçılık. Sigara ve mazot kaçakçılığı ile geçiniyorlar. Bölgede tarım ve hayvancılık terör nedeniyle yapılamıyor. Daha önce hatırlarsınız “Heron” görüntüleri medyaya düşmüştü. Basın olayı TSK’nın zafiyeti olarak sunmuş ve bu görüntülerden yola çıkarak TSK içinde güya “teröre göz yuman” birimler varmış şüphesini akıllara kazımıştı.
Bu sefer gelenler kaçakçı olmayıp da gerçekten terörist olsalardı Allah korusun bir eylemde 35 kişi katliam yapardı. Gediktepe ve Hantepe’de olduğu gibi. Bölgede masum halka terörist iç içe geçmiş vaziyette. Güçlü istihbarat ağı olmayınca benzer durumlar her zaman yaşanabilir.
Olay adliyeye intikal etmiş ve savcılarımız gerekli incelemeyi başlatmıştır. Buradan yola çıkarak ne TSK’ya ne de hükümete yakışıksız ithamlarda bulunmamalıyız. Hükümet olayda zarar görenlere tazminat vermeli ve siyasi partilerimiz başta BDP bu konuyu istismar etmemelidir…
Kötü haberimizde bu idi, şimdi bir başka iç burkan haberimiz daha var. 2011’de aramızdan ayrılan ünlülerimiz.
2011 Yılı’nda aramızdan ayrılanlar ünlülerimiz
Söylediği Türkülerle gönül telimiz titreten Kıvırcık Ali namıyla ünlü Türkücümüz Ali ÖzütemizÇatalca yakınlarda geçirdiği kazada hayatını kaybetti.
Dizi oyunculuğu, sunuculuk ve Dj’lik yapan Defne Joy Foster bir arkadaşının evinde “Astım krizine bağlı solunum yetmezliği” nedeniyle vefat etti.
Cumhuriyet Gazetesi çizerlerinden usta karikatürist İsmail Gülgeç 16 Şubat 2011’de aramızdan ayrıldı.
Ünlü Seramik Sanatçımız Ümran Baradan 3 Mart 2011’de İzmir’de yaşama veda etti.
Televizyon dizilerinin sevimli karakteri ve dizi oyuncusu Erkan Aydoğan Oflu 7 Marta 2011’de vefat etti. Oflu “Aşk Oyunu” adlı dizide “Kurti” tiplemesini yapıyordu.
Tiyatro sanatçısı Şirin Devrim 85 yaşında 8 Marta 2011’de vefat etti.
Türkiye’nin ilk haber spikerlerinden TRT’nin usta Sunucusu, yazar, eğitmen Jülide Gülizar 15 Marta 2011’de aramızdan ayrıldı.
23 Marta 2011’de edebiyatımızın genç kalemlerinden Ali Teoman’ı yitirdik. Ali Teoman Kanser hastalığı nedeniyle uzun süredir tedavi oluyordu.
İstanbul Devlet Tiyatroları sanatçısı Cüneyt Çalışkur 28 Marta 2011’de aramızdan ayrılan başka bir sanatçımız.
Yeşilçam’ın “kötü adam” tiplemeleriyle ünlenen 80 yaşındaki Hüseyin Zan 7 Mayıs 2011’Yalavo’da vefat etti.
“Olacak O Kadar” adlı Tv programındaki skeçlerde imzası bulunan Fatma Murat 29 Mayıs’ta vefat etti.
Sinema ve Tiyatro sanatçısı Fatoş Sezer İstanbul Kurtuluş’daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu 2 Haziran 2011’de 52 yaşındayken vefat etti.
24 Haziran 2011’de Ali Cağaloğlu vefat etti. Ali Cağaloğlu’nu “Mahallenin Muhtarları” dizisine “Emlakçi İhsan” tiplemesiyle konuk olmuştu. Usta oyuncu 81 yaşındaydı.
Türk edebiyatında argo denince akla gelen ilk isim olan ünlü şair - yazar Hulki Aktunç 30 Haziranda Kanser nedeniyle vefat etti.
Sinema ve dizi oyuncusu Sevgi Sakarya 42 yaşındayken 1 Ağutos 2011’de vefat etti.
Sinema sanatçısı Cem Erman Adana’da evinde eşi tarafından ölü bulundu. Yeşilçam’da 100’ün üzerinde filimde oynayan Erman’ın asıl adı Süleyman Faik Durgundu. Erman 7 Ağustos 2011’ vefat etti, cenazesine sadece 15 kişi katıldı.
Edebiyat dünyamızın ödüllü şairlerinden Seyhan Erözçelik 49 yaşındayken 25 Ağustos 2011’de yaşama veda etti. Seyhan Erözçelik “Sansar” namıyla biliniyordu.
Kas Hastalığı nedeniyle vefat eden Tiyatro dünyasının başarılı oyuncusu Sevinç Aktansel 26 Ağustos 2011’de vefat etti.
Türk sinemasının unutulmaz jönlerinden Muzaffer Tema, Çeşme’deki yazlığında 4 Ekim 2011’de hayata veda etti.
5 Ekim 2011’de SİPA'nın kurucusu, gazeteci Gökşin Sipahioğlu, Paris'teki Amerikan Hastanesinde vefat etti. Sipahioğlu, 1961 yılında patlak veren "füze krizi" sırasında Küba'ya girmeyi başaran tek Batılı gazeteci olarak yaptığı röportajlar ve 1968 Paris olaylarını yansıttığı fotoğrafların da aralarında bulunduğu dünyanın sıcak bölgelerindeki çalışmalarıyla dünya çapında tanınan bir foto muhabiri olarak biliniyor.
Gökşin Sipahioğlu, 1973 yılında kurduğu SİPA'yı maddi sıkıntılar yüzünden 2001 yılında Fransız medya grubu "Sud Communication"a satmıştı.
 Yeşilçam'ın ilk vamp kadını olarak ünlenen Birsen Ayda 10 Ekim 2011’de vefat etti. Ayda “burada kalırsam ölmeyi yeğlerim” dediği Huzurevi’nde hayata gözlerini yuman Ayda Akciğer Kanseri nedeniyle tedavi görüyordu. Birsen Ayda 70’lerin unutulmaz filmleri “Battalgazi” ve “Malkoçoğlu” filmleriyle ünlenmişti.
Televizyonda izlenme rekorları kıran “Kurtlar Vadisi” dizisinin efsane oyuncularından İstemi Betil, Yalova’nın Çiftlikköy ilçesindeki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu 11 Kasım 2011’de 68 yaşında yaşama veda etti. Betil, Ankara'da toprağa verildi.
Lösemi kanseri nedeniyle tedavi gören ünlü sanatçı Esin Avşar 15 Kasım 2011’de Şişli Florence Nightingale Hastanesi'nde 75 yaşında vefat etti.
19 Kasım 2011’de ünlü yönetmen Ömer Lütfi Akad 95 yaşında aramızdan ayrıldı. Sinemada yüzlerce esere imza atan Akad, belgesel çekimi ve senaryo yazarlığı da yapıyordu.
Gazeteci Savaş Ay’ın annesi Şükran Ay 23 Kasım 2011’de Pankreas kanseri nedeniyle tedavi gördüğü Şişli Etfal Hastanesinde vefat etti. Şükran Ay 70’li yılların Müzik Divalarındandı.
24 Kasım 2011’de Reklamcı Ali Taran'ın kısa bir süre önce boşandığı eşi Selma Ann Desmond vefat etti. Desmond, kanser tedavisi görüyordu.
Anayasa Hukuku profesörü ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Server Tanilli 80 yaşındayken 29 Kasım 2011’de kalp yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti.
2 Aralık 2011’de henüz 28 yaşındayken kalp krizi nedeniyle hayatını kaybeden genç yetenekBenyamin Sönmez vefat etti. Sönmez, Müzik otoriteleri tarafından “Viyolonsel dünyasının genç ve karizmatik yeni üyesi”, “Gerçek bir müzik ilizyonisti”, “çalışında barok zarafetini ve Bizans renklerini barındıran genç Türk” olarak tanımlanıyordu. Ülkemizin en genç viyolonselcisiBenyamin Sönmez’in zamansız ölümü ülkemizin müzik camiasını yasa boğdu.
Sinema ve sahne dünyasından kaybettiğimiz sanatçıların çoğunun ölüm nedeni kanser olarak görülüyor. Çağımızın hastalığı kansere bir çare bulunamazsa daha çok kayıplar yaşanacaktır şüphesiz.
Kaynakça: Hürriyet
Sevgili dostlar,
Bildiğiniz gibi tedavi sürecindeyim ve istediğim gibi hareket alanım yok. Dilediğim konuyu dilediğim vakitte ve vakitlice yazmayı yeğlerim. Gel görkü şimdilik bu mümkün görünmüyor. İnşallah tedavi sürecim sonuçlanır ve sizlere daha güncel yazılarla misafir olurum. Yeni yılda haftanın beş günü ve sizleri sıkmayacak haberlerle karşınızda olmayı ümit ediyorum.
Yeni yılın ülkemize ve bütün insanlığa hayırlara vesile olmasını diliyor ve sizlerden şimdilik müsaade istiyorum. Yeni bir yılda yeniden görüşünceye kadar sağlıcakla kalınız efenim…

21 Aralık 2011 Çarşamba

Hasıraltı ettiklerimizi ortaya çıkarma vakti

Cihan şümul bir devletin varisi olan genç Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu yıllarda yeni bir misyonla sahaya çıkarken varlığını borçlu olduğu Osmanlı yönetiminin reddi yoluna gitti. Gelinen noktada tüm tarihsel süreci adeta yok sayarak geçmişte yaşananların üzerini kapatmakla kalmadı, yaşanan süreçleri yok saydı, olmamış kabul etti ve böyle düşünmemiz gereğini bir bakıma dayattı.
Genç kuşak tarihçiler, tarihin arka bahçesinde ne olup bitmiştir araştırma yoluna gittiler ve dolayısıyla da kaynak arayışına başladılar. Elimizde mevcut bulunan resmi kaynaklara ulaşım imkânı yoktu. Cumhuriyet döneminin en önemli mihenk taşları konumundaki belgelere ulaşım imkânı bulunmuyordu. Tarihsel süreci öğrenme ve yapılanları irdelemek için yalan yanlış onlarca doküman gayri resmi olarak elde edildi, edilmek zorunda kalındı.
Bu belgelerin birçoğu yabancı devlet arşivlerinden derlenmişti. İngiliz ve Fransız arşivlerine araştırmacılar çok fazla çaba göstermeden ulaşıyordu. Kendi kaynaklarımız nedense başta Meclis tutanaklarımız ve Genel Kurmay arşivlerimiz tüm araştırmacılara kapalıydı. Bu durumda elde edilen bilgilerin neyine ve hangisine güvenecektik. Ortada bir sürü bilgi vardı ve fakat bu bilgiler doğal olarak bir biriyle çelişiyordu.
Tarihçiler bile aynı konuda mutabık olamadıkları gibi, biri birilerine tezat fikirler ileri sürüyorlardı. Oysa tarih yalan söyleyemezdi. Ortada bir vakıa varsa nerede ve ne şekilde yaşadığının da mutlaka bir vesikası vardı.
Bugün günümüzde halen ve ne yazık ki işin içinden çıkamadığımız onlarca olayı pekâlâ kendi arşivlerimizi açarak derinlemesine inceleyip ortaya koyabiliriz. Ortaya koyacağımız bilgileri hiç değilse özgür ve tarafsız bir ortamda gözler önüne sererek birçok meselemizin adını koyabileceğiz. Bunları bizlerin konuşup, tartışıp, bir sonuca ulaştırabilmemiz lazım. Çözümün yolu belli, sorunlarımızı tespit ettikten sonra bulguları değerlendirerek çözüm noktasında bir yaklaşıma gidebileceğiz.
Biz kendi sorunumuzu konuşamıyor ve soruna çözüm üretemiyorsak yani bu işi kendimiz çözemiyorsak başkalarının eline koz veriyor olacağız. Tıpkı bugün Fransa’nın ve diğerlerinin yaptığı gibi… Eşyanın tabiatı gereği kimle kavga etmişsen onunla barışırsın.
Konuyu biraz daha açarak somutlaştırmak gerekirse bugün konuştuğumuz Ermeni meselesi ve Kürt meselesinde olduğu gibi daha onlarcası.
Asırlar boyu bir arada yaşamış bir topluluk nasıl oluyor da bugün biri birilerine kanlı bıçaklı olabiliyor. Kim nerede neyi istiyor, derdi ne? Oturup akilâne bir şekilde konuşamaz mıyız? Demokrasi kültürümüz, konuşma kültürümüz hiç mi yok.
Bakınız, geçmişte yaşanmış acı olayların müsebbibi bugün yaşayan halklar değildir. Tarihi olayları kendi doğal seyrinde ele almak lazım. Yaşanan acıların ve trajedilerin sonlanması noktasında bugün ne yapabiliriz-i konuşmalıyız. Sosyal barışın tesisi noktasında bizler bugün ne yapmamız gerekiyorsa üzerimize düşeni bihakkın yerine getirmeliyiz.
Bu topraklarda bu tür trajediler hep yaşanmıştır, ilk değildir ve beklide sonda olmayacaktır. Bize düşen geçmişte yaşadıklarımızdan dersler alarak daha sağlık bir yarının tesisi noktasında elimizi çabuk tutmamızdır. Yoksa yarın çok geç olacak ve belki de Allah korusun yeni trajediler eskisini aratacaktır.
Bu topraklarda yaşayan tüm halklar bu tür trajediler yaşamıştır. Kimsenin acısı diğerinden az değildir. Kırım’da yaşananlar, Azerbaycan’da, Kafkasya’da ve Balkanlarda da benzer olayları herkes yaşamıştır. Koskoca bir imparatorluk ağacını kökünden sökerken elbette kırıp dökülmeler olmuştur. Aileler parçalanmış, ölümler ve sürgünler olmuştur. O günün koşullarında da sancısız bir süreç yaşanır mıydı bu tartışılır. Bugün benzer olaylar olsa nasıl bir yol izlenirdi muamma.
Tamam, Ermeni tehciri olmuştur, bu tehcir esnasında sayısız acılar ve istenmeyen olaylar yaşanmıştır. Ailelerin parçalanması ve kötü koşullarda bir tehcir sonucu binlerce masum insan hayatını kaybetmiştir. Kimse bu acılar olmadı ve ya bu acıları onlar “hak etti” türü bir davranış sergilemeyeceği açıktır. Vicdanı olan hiçbir kimse acılardan sevinç duymaz. Bugün bile bu konular gündeme geldiğinde herkesin içi burkulur…
Bu trajedilerin tamamında ister Kürt meselesi, ister Ermeni meselesi ve isterse mübadele yılları hepsinin ortak noktası çok sancılı bir süreçte olması. Yakın geçmişimizde diğer emsal acılarda maalesef hep aynı minvaldedir. Koçgiri, Dersim, Nusayri ve Şeyh Sait olayları da içimizi kanatır. İstiklal mahkemelerinin yargılamaları sonucu onlarca masumun idamı ve günümüze gelene kadar defalarca yapılan ihtilalların sonucunda da benzer acıları yaşaya geldik.
Son on yıllık süreçte yapılan bir dizi Demokratikleşme ve değişimler sonucu bugün bu konuları konuşabiliyoruz. Geçmişte ne konuşabilir ve ne de bu konularda görüş belirtebilirdik.
Yıllardır sorunlarımızı halının altına süpürdük. Şimdilerde halıda kaldırmıyor. Esaslı bir temizlik için elimize geçen bu fırsatları değerlendirelim ve bugünleri heba etmeyelim.
Sözün özü kendi sorunlarımızı kendimiz çözmeliyiz. Daha fazla geciktirmeden bu meselelerimizi masaya yatırmalıyız.
AKP yeni Anayasa için daha ne bekliyor
Bir seçim yaşadık ve bu seçimde de yeni anayasa yapacağım diyen bir partiye oy vererek iktidar olmasını sağladık. Aradan geçen sürede bir arpa boyu yol kat etmediğimiz görülüyor.
Sanki Ak Parti verdiği sözü unutmuş gibi bir hava var. Böyle düşünmekte haksız mıyız bilemeyiz ama bildiğimiz tek şey gelişmelerin hiçte iç açıcı olmadığı.
Ak Parti vakit kaybetmeden Demokratikleşme yolunda önündeki engelleri kaldırmalıdır. PKK sorununun cezasını masum Kürt halkına ödetmeden Kürtlerin meşru taleplerini dikkate almalıdır.
Askeri vesayeti mutlaka hiç taviz vermeden ivedi olarak ortadan kaldırmalıdır. Eğer AKP şimdi güçlüyken bu işi yapamazsa sonrasına ne Ak parti ne de bir başka parti bu konuyu çözmeye muktedir olamaz. R.Tayyip Erdoğan ekonomik başarısını Demokratik ortamın oluşması noktasında da taçlandırmalıdır. Halkımızın ısrarla ve ümitle beklentisi bu yöndedir.
Allaha emanet yaşıyoruz
Gündemdeki olaylara bakınca neler oluyor, nasıl bir ülkede yaşıyormuşuz diyesi geliyor insanın. İnanması güç olaylara kısaca bir bakalım:
 
Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı ve daha onlarca devam eden mahkemeler nedeniyle Silivri ilk başı çekiyor.
Doğuda devam eden operasyonların her gün bir görüntüsü ve “ihanet” suçlamaları eşliğinde gazetelere düşen haberler.
Heron görüntüleri ve yanlış koordinatlar sonucu PKK yerine dağa taşa bomba atılması iddiası.
Eşref Bitlis ve Turgut Özal’a suikast şüphesi ile devam eden yargı süreci…
Aselsan Mühendislerinin ölümündeki sır perdesi.
Isparta’da düşen uçakta hayatını kaybeden Akademisyenlerin buluşlarının çalınması iddiası ve uçağa sabotaj şüphesi...
Yakın geçmişte yaşanan merhum Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği helikopter kazasında her gün ortaya atılan iddia ve belgeler.
Milli savunma Bakanının ziyareti ve emrindeki bir subayın Bakanı karşılamama haberleri…
Şike tutuklamaları,
Gazeteci tutuklular,
KCK operasyonları,
BDP gösterisi yürüyüşleri vs. vb…
Tüm bu olumsuzluklara bakınca nasıl bir ülkede ve nasıl oluyor da Allaha emanet yaşıyoruz derken haksız mıyız peki.

15 Aralık 2011 Perşembe

Meclisin Şikeyle Sınavı


Çok garip bir ülkeyiz.

Neye ne zaman ve nasıl tepki vereceğimiz kestirilemiyor.

Olağanüstü bir dönemde bile görülmesi mümkün olmayan bir olay bizim ülkemizin en birincil gündemi olup çıkıveriyor.

Suriye’de olaylar durulmuyor. Bir şekilde duruma müdahil olmuşuz ve beklide bir savaşın eşiğindeyiz. Ajanslar yanı başımızdaki komşu ülkeden her gün onlarca ölüm haberlerini geçiyorlar. İran alenen savaş işaretlerini veriyor ve bölge yakında yeni bir cehenneme her an dönebilir.

PKK sorununu, Kıbrıs sorununu unuttuk. Rumlar AB dönem başkanlığına hazırlanıyor. Dış politikada işler daha “alengirli” bir hal alacak.

Rusya yeni bir döneme doğru gidiyor. Ermenistan ile ticaret ve sınır kapılarının açılması hiç gündemde yok. Rumlar doğalgaz ve Petrolu çıkarmaya başladı, yakında Avrupa’ya pazarlamaya da başlar. Komşumuz Yunanistan ekonomik darboğazda ve gelişmelere biz komşu olarak kayıtsız kalmayı sürdürüyoruz.

Libya’da yeni yönetim şekillenirken Türkiye ne yapıyor. Daha düne kadar yüzlerce müteahhidimiz ve binlerce işçimiz Libya’da iş yapıyordu. Onlarca milyon dolar alacağımızın üstüne Kaddafi’nin tasfiyesi için ödediğimiz yeni milyon dolarların akıbeti ne oldu. Yeni Libya’nın kuruluşundaki rolümüz ne, Türkiye’nin kazanımı ne oldu, ya da ne kaybettik ne kazandık…

Soru çok. Binlerce soru havada uçuşup dururken biz hafızamızı yitirmiş olarak hiç oralı bile olmuyoruz.

Van’da bir deprem yaşandı. Kışın gününe binlerce aile çaresiz, perişan bir şekilde çadırlarda yaşam mücadelesi veriyor. Eksi on iki derecede kendilerini ısıtmaya çalışırken çıkan yangınlarla hayatlarını kaybedenleri unuttuk. Öğrenciler okulsuz, öğretmenler çaresiz ve veliler kaygılı.

Televizyonlar dizileri toplumu uyuşturmaya devam ediyor. Yarışma ve eğlence programından kafamızı kaldırıp sorunlarımızı göremiyoruz.

Sadece bunlar değil sorunlarımız, söylediklerimiz “devede kulak” kabilinden. Ancak gel görkü biz sorunların bu ve bunlarmış olduğunu sanıyormuşuz.

Oysa asıl derdimiz başkaymış. Asıl derdimiz şike yasası ve futbolmuş.

Sabahtan akşama varsa yoksa şike soruşturması. Şike yasasının yeniden meclisten geçip geçmeyeceği... Tutukluların tahliyesinin yolunu açıp, yargıyı işlevsiz bırakmak için yapıldığı izlenimini toplumda oluşturan bu sözüm on devasa sorun bütün sorunumuzu kadük bırakmaya yetti.

Hani demokrattınız, hani tutukluluk süreleri çok uzundu. Topum vicdanı kabul etmiyordu. Paşalar içeride, “paşa paşa” yatarken bir şey yok. Seçilmiş vekillerde yatabilir. Gazeteciler haydi, haydi yatabilir öyle mi?

Tamam, onlar yatabilir peki. Fakat:
Şikeciler yatamaz. Futbolcular ve yöneticiler yatamaz. Kulüp başkanları hiç yatamaz, bu mu? Söylemek istenilenin aslında bu olduğunu yapılanlara bakınca anlayabiliyoruz.

Sosyal medyaya bakıyoruz herkes hukukçu olmuş. Kimi cezanın çokluğundan kimi yasanın yerinde olduğundan dem vurup hepsinin konuştuğu ortak konuların bunlar olması sizce de garip değil mi?

Biride çıkıp demiyor ve ya diyemiyor “ya hu siz aklınız mı yitirdiniz, onca sorunumuz orta yerde duruyorken sizler neleri gündeminize alıyorsunuz?” tık yok.

Yazar-çizer takımı bunları yazıp gündemine alırken Siyasi partilerde de durum farklı değil. Siyasi partilerin hepsi her konuda hemfikir olmuş basmışlar altına imzayı ve imzamızın arkasındayız diye demeç veriyorlar.

Hemen hiçbir konuda hemfikir olmayan Dalton kardeşlerin banka soymaya gelince ortak noktada buluşmaları gibi siyasi partilerimiz de iş şike yasasına gelince ortak noktada buluşuverdiler.

Altı ay önce çıkardıkları bu kanunun “çağın ihtiyaçlarını” karşılamadığını ve eskidiği hükmüne varılarak elbirliği ile çözüldü.

Yani şike yasasıyla meclis “şike” yaptı. Demek ki partilerde şike yapabiliyormuş.

Oysa bu meclisin yapması gereken onlarca ivedi işleri yok muydu?

Millet bu Meclisten yeni anayasa bekliyordu. Demokratikleşme yolunda adım atmaları ve toplumu kucaklayıp kuşatan bir yasanın acil bir şekilde yapılıp hayata geçirmelerini bekliyordu.

AKP milletten yeni Anayasa yapacağım diye oy talep etti ve halkın ezici bir çoğunluğu da buna gönülden inanarak oy verip görevlendirdi.

AKP görevini unutmuş görünüyor. Sanki özellikle yasanın yapılması noktasında ellerini ağırdan alıyorlar ve ya savsaklıyorlar, neden?

Oysa AKP ustalık dönemini demokrasi ile taçlandırarak halkın gönlündeki ve tarihteki yerini alabilirdi. Dış politikada Erdoğan’ın Dünya liderliğine doğru oluşan hava tersine dönebilir. Erdoğan arakasına aldığı bu rüzgârla kanatlanamazsa daha da uçamaz.

AKP’ye oy veren bir seçmen olarak çekincelerim başladı. Ak Parti toplumdaki bu kuşkuyu giderme noktasında acele etmelidir.

Demokratik açılımı “iyi yönetemeyerek” imajı zedelenen AKP şimdi bir ikinci imaj kaybını telafi edemez. Ak Parti bu rüzgârı heba etmeden asli işlerinin başına dönmelidir.

Piyasalar bu belirsizliğe uzun süre kayıtsız kalamaz ve olumsuz manada tepki verirse olacakların telafisi güçleşir ve on yılın kazanımlarını bir çırpıda heba ederiz.

Sözün özü:
Yargıya kimsenin asla müdahalesi düşünülmemeli. Yargı bağımsızlığını gölgeleyecek oluşumlardan uzak durulmalı. Ancak geciken adaletin adalet olmadığını yargı erkleri de görerek var olan davaların sonuçlandırılması noktasında ellerini çabuk tutmalıdır.

Toplum vicdanını yaralamadan, yargıya güveni sarsmadan toplumda ayrıştırmaya varacak derin çatlaklar oluşturulmadan şeffaf bir karar gecikmeden verilmeli. Aslolan’ın ceza olmayıp hukuk’un ihdası noktasında adaletin tecellisi olduğuna toplum inandırılmalıdır.

Geçmişte yaşanan bir dizi yargı kararlarının günümüzde hala vicdanları kanattığı unutulmamalıdır.

Yüzlerce faili meçhul ve karanlıkta kalmış olayların aydınlatılarak toplumdaki kuşkuların giderilmesi için vakit kaybedilmemelidir. İç barışın sağlanması noktasında devletimiz büyüklüğünü gösterip gerekirse özür dilemesinin yanında arşivleri de açarak yaşananları tarihin önüne sermelidir.

Geçmişle kavga ederek bir yere varamayacağımız görmeliyiz. Geçmişte yaşananlardan dersler alarak geleceğimizi şekillendirirken, geleceğe de yeni Türkiye’yi hep beraber el,ele vererek taşıyacağız.

Yeni Türkiye insan hakları ve hukuk’un üstünlüğüne dayalı, tam bağımsız ve demokratik bir sosyal devlet anlayışını hayata geçirirken yargısı ve yasasıyla ilgili hiçbir şüpheye yer bırakmamalıdır. Vatandaşlık hukuk’u tanımı anayasa ile teminat altına alınarak eşit yurttaş profili gözler önüne serilmelidir.

Yeni Türkiye’de daha demokratik, daha özgür, daha bağımsız ve daha müreffeh bir yaşam dileğiyle esen kalın…

Osmanlı'da Ermeni, Türkiye'de PKK sorunu-2


Çok çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu coğrafya, değişimle birlikte gelişim ve beraberinde kırılmalarda yaşıyor. Tarih sahnesinden çekilen yeni devletlerin ve medeniyetlerin yerine yenisi ikame ettirilirken koşullar gereği bir dizi yanlışlıklarda yapılıyor.

Yapılan yanlışlıklar her geçen gün onarılmadığında da çatlamalar, kırılmalar meydana getiriyordu. Meseleyi iyi bir hekim edasıyla tedavi cihetine gitmediğinizde de yara kangren oluyor ve bazen de hasta kaybedilebiliyordu.
Bu gün içinde yaşadığımız coğrafyada o “hasta Osmanlının” onulmaz yarasının olası tedavi sürecini sürdürüyoruz. Aradan geçen süreçte hastayı kaybetmemiz elbette büyük bir şans, ancak; yeterli tedavi metotları da geliştiremediğimiz için hastayı bir türlü ayağa kaldıramıyoruz. Geçici bir dizi tedavi ve telkinlerle hastaya her ne kadar kısa süreli rahatlamalar sağlıyor olsak ta bu hastanın yeniden ayağa kalkarak aramıza dönmesine olanak sağlamıyor.
Yed-i düvelle girdiği çetin harbin sonucunda aile fertlerinden birçoğunu kaybeden Osmanlı elinde kalabilen tek varisi genç Türkiye Cumhuriyetini tarih sahnesine sürüyordu. Yeni Cumhuriyet, değişen dünya konjonktüründe yerini alırken rakipleriyle boy ölçüşebilecek teknik donanımlara sahip değildi. Tek sermayesi “Halkın inancı” ve azmiydi.
Anadolu insanı aslında Cumhuriyete yabancı sayılmazdı. Daha önce meşrutiyet ilan edilmiş, padişahlık “sembolik” bir hale getirilerek halkın yönetime katılmasının önü açılmıştı. Yaklaşık yirmi yıl süren bu süreçte serbest seçimlerinde yapıldığını görüyoruz. Adı her ne kadar da Cumhuriyet değildiyse de işlerliği bakımından tam bir monarşi de değildi…
Mondros Mütarekesinin ardından Mustafa Kemal ve arkadaşları, mütarekede alınan kararların kabul edilemez olduğundan hareketle Milli direnişi başlatırlar ve topyekûn bir savunma ile vatanın kurtuluşunu ve Cumhuriyete giden yolu açarlar.
Misak-ı Millinin kabulü
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 12 Ocak 1920’de toplandı, İstanbul’un işgali tehlikesi altında Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920’de “Misak-ı Millî Beyannamesi”ni kabul etti. Bu kararlarla Ülke bütünlüğü ve şekli sınırlarımız belirginleşiyordu.
16 Mart 1920’de İstanbul işgale edildi. 18 Mart 1920’de de son toplantısını yaparak çalışmalara ara vererek tarih sahnesine çekildi. Mustafa Kemal Heyeti Temsiliye adına yayınladığı bir tamimle “salâhiyet-i fevkalâdeyi haiz bir meclis”i Ankara’ta toplantıya çağırdı. Bu Meclisin Kurucular Meclisi olduğunu kaynaklardan biliyoruz. Ayrıntılara girmeden açıklayacak olursak, Ankara’da 23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yapıyor ve 20 Ocak 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu kabul ediyordu.
Burada asıl dikkat çekici olarak hep üzerinde konuştuğumuz ve atıfta bulunduğumuz 1921 Anayasası bir Türk devletinden bahsetmiyor ısrarla “Türkiye halkları”, Türk Devleti yerine “Türkiye” ve “Türkiye Devleti” ibareleri ile dikkat çekiyordu. Yani etnik bir kimliğe vurgu yapılmıyor, Misakı Milli sınırları içinde yaşayan tüm halkları kuşatıyordu.
1921 Anayasası uluslar arası anlaşmaları imzalama yetkisini Meclis Başkanına veriyor ve Meclis başkanını Devlet başkanı olarak tanzim ediyordu.
Saltanatın Kaldırılması
Bir diğer dikkat çekici konuda hilafetin kaldırılmasıdır.30 Ekim 1922’de Osmanlı imparatorluğunun kaldırıldığı ve yerine Türkiye hükümetinin geçtiği ilan ediliyor 16 Mart 1920’den itibaren de Saltanat kaldırılıyordu (1-2 Kasım 1922). Saltan kaldırılıyordu ancak hilafet korunuyordu. Saltanatın Osmanlı hanedanına ait olduğu ve hanedanlardan ise kimin halife olacağı yetkisi meclisin uhdesine bırakılıyordu.
Meclis seçime gitme kararı alıyor ve Mustafa Kemal’de kendi listesini oluşturuyordu. Haziran-Temmuz 1923’te yapılan Seçimlerde Mustafa Kemal’in listesi galip çıkıyor birkaç kişiden oluşan bağımsız vekillerde yeni meclise giriyordu. Yeni meclisin ilk icraatları arasında cumhurbaşkanlığı seçimi ve Cumhuriyetin ilanı ile birlikte 1921 Anayasası üzerinden yaptığı bir dizi değişiklikleri görüyoruz.
**
Hilafetin kaldırılmasında Lozan’ın etkisi olmuş mudur diye bakacak olursak sürece kısaca bakmamızda yarar vardır.
İtilaf Devletleri Lozan'a İstanbul Hükümeti'ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı.
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalanmış barış antlaşmasıdır”.
TBMM Hükümeti Lozan’a katılan İsmet Paşa’nın işi zordu. Bir yandan Doğu Anadolu’da kurulması planlanan Ermeni Devletini engellemek, diğer yandan Trakya, Eğe Adaları ve savaş tazminatları ile birlikte mübadelenin esasları görüşülüyordu. Türk tarafı kapitülasyonların kaldırılması ve Musul meselesini gündeme getiriyor ve zorlu bir süreç devam ediyor. Zaman, zaman görüşmeler sekteye uğruyordu. Bu arada yeniden savaş çıkması olasılığı gündeme geliyordu.
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923'te tekrar başlamış, 23 Nisan'da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.
Kaynak: Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, (www.anayasa.gen.tr/1921ay.htm))
Aşağıya özet olarak Lozan’ın sonuçlarına ilişkin Vikipedi makalesini alıyoruz:
“Türkiye-Suriye Sınırı: Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması'na göre kabul edilmiştir.
Irak Sınırı: Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, bu konuda İngiltere ve Türkiye Hükûmeti kendi aralarında görüşüp anlaşacaklardı.
Türk-Yunan Sınırı: Mudanya Ateşkes Antlaşması'nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç Nehri'nin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan'ın Batı Anadolu'da yaptığı tahribata karşılık, savaş tazminatı olarak Türkiye'ye verildi.
Adalar: Gökçeada ile Bozcaada Türkiye'de, diğer Ege Adaları Yunanistan'da kaldı. Yunanistan'ın Türk sınırına yakın adaları silahsızlandırması kararlaştırıldı. Böylece, Balkan Savaşı sonrasında imzalanan Atina Antlaşması (1913) gereğince I. Dünya Savaşı başladığında ve savaş boyunca da Osmanlı toprağı olarak kalan Ege adaları Yunanistan'a bırakılmış oldu.
Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'na göre belirlenmiştir.
Kapitülasyonlar: Tamamı kaldırıldı.
Azınlıklar: Lozan Barış Antlaşması'nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Antlaşmanın 40. maddesinde şu hüküm yer almıştır: "Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır." Batı Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya'daki Rumlar ile Yunanistan'daki Türklerin mübadele edilmeleri kararlaştırıldı.
Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Sadece Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç bölgesini verdi.
Osmanlı'nın borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan Devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye'ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye de böylece tarihe karıştı.
Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirilmiştir. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti'nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.
Yabancı okullar: Eğitimlerine Türkiye'nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı.
Patrikhaneler: Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin siyasi yetkilerinden arındırılarak İstanbul'da kalmasına izin verildi”. (Kaynak:Wikipedi Türkiye)
**
Türk-İngiliz Görüşmeleri: Haliç Konferansı (19 Mayıs - 5 Haziran 1924)
Lozan’da Musul üzerinde anlaşmaya varılamadığından konunun Türk ve İngiliz hükümetleri arasında görüşülerek karara bağlanması esası kabul edilmişti. 19 Mayıs 1924’te, Musul konusunda Türk -İngiliz ikili görüşmeleri İstanbul’da başladı. Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasında yapıldığı için “Haliç Konferansı” olarak da bilinen bu görüşmelerde Türkiye’yi Fethi Bey (Okyar), İngiltere’yi de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil etti. (Kaynak: Atatürk Araştırma merkezi)
Gelecek bölümde Haliç konferansına ilişkin detaylar,

Lahey’e neden gitmedik? Musul nasıl elden çıktı? ve Irak sınır anlaşmalarına göz atalım…(sürecin bir resmini çekelim, sonra o günden bugüne ne değişti irdeleyeceğiz…)