15 Aralık 2011 Perşembe

17 Ağustosu 1999 Depreminde Neler Yaşadım

Bu öykü, 17.08.2011 tarihinde (Şiirkolik'te) günün yazısı seçilmiştir.
(17 Ağustosta yitirdiğimiz canların anısına ithaf olunur)
Ömür denen şey göz açıp kapayıncaya kadar olan süredir. Kimileri için hayat çok uzun kimileri içinse çok kısadır. Hayatımıza dönüp baktığımızda hafızalarımızda yer eden çok az şeyler vardır. Unutamadığımız ve beynimizde her daim tazeliğini koruyan ' o an'lar. Sanki daha dün gibidir, ayan beyan her şeyi birer birer hatırlarsınız. Bazen unutmak istersiniz fakat bu mümkün olamamaktadır...
Unutamadığımız çok az şeylerden bazıları:
İlk aşklar,
İlk sevgililer,
İlk öpüşmeler,
İçimizi acıtan kötü bir söz, haksız bir söz...
İlk tokat yiyişimiz,
İlk öğretmenimiz,
Erkek olanlar için Askerlik ve ya mahpus arkadaşlığı,
En güvendiklerimiz tarafından başımıza gelen ilk ihanet...
İlk...
İlk...
İlk... Vs. vb...
İlkler unutulmuyor diyebilirz.
Birde hayatımızda olacak olabilecek en korkunç hadiseleri unutamayız.
Savaşları, afetleri...
...
Gün boyu içimi daraltan bir kasvet beni esir etmişti. İçimde belli belirsiz bir korku ve endişe vardı. Kötü bir şey olmasından korkuyordum. Endişelerimden sıyrılabilir miyim diyerek kalkıp büyük postaneye doğru gittim. Köye telefon ettim, rahmetli babamla konuştum. Çocukları sordum, annemi, komşuları...
- Baba bizimkileri göndermiyor musun? Dedim. 
Babam da, 'yarın, öbür gün yollarım, birkaç gün daha kalsınlar. Hem çocukları ne yapacaksın burada rahatlar' diyordu. Bense, 'baba ben burada rezil oluyorum, üst baş, yemek baş edemiyorum' dedim. Babamı ikna ettim, kendisi alıp getirecekti çocukları yanıma...
Postanede başka arkadaşlarıma da telefon etmiştim. Bir şekilde içimdeki sıkıntıyı atabilme derdindeydim beklediğim haber bu olmamıştı. Endişelerim ve korkularım geçmedi. Kötü bir haber verecekler ama nereden, kimden, kimlerden, nasıl? Bir sürü kuruntu içimde beni hapsetmeye devam ediyordu...
O gün işe de çıkmamıştım. Karaağaç dibinde 'Gudül'lü nün' kahvede okey tavla oynayarak vakit geçirmiştim. Gudül'lü Mustafa amcanın kahvesi idi bizim mekânımız. Akşam iş dönüşlerinde kahveye uğramadan evlerimize gidemezdik...
Halıcı Mehmet'le tavla oynuyordum. Mehmet abi her zamanki gibi neşeli benimle dalga geçiyor, şakalar yapıyor beni oyunda kızdırabilmek için çeşitli muzipliklerden geri durmuyordu. Beni yenebilmeleri için motivasyonumu kırmaları lazımdı. Bunun içinse sinirlendirmek ve yanlış hamle yaptırmak için yapabildikleri ne varsa ondan geri durmuyordu.
- Ne var guzum, dedi, 'suratın sirke satıyor, oynamıyorsan bırak' diyerek bana kızmaya başladı. Ben bir sigara daha yaktım, Mehmet abiye tuttum ve dedim ki 'yav memed abi, içimde acayip bir sıkıntı var, ne yapsam geçmiyor' dedim.
- Allah hayra tebdil eylesin, n'olacak ki, kuruntuyu bırak diye beni teskin ederken 'üçkağıtçı, yenileceğini anladın polim yapıyon' dedi. Yok abi az evel köyü aradım, babamla filan konuştum Şükür yaramaz bir şey yok ama sabah beridir içim daralıyor valla dedim.
Bir taraftan da saatime bakıyorum, saat beş olsa da Halk Eğitime gitsem diyorum. O hafta kursumuzun son günü nasipse Bilgisayar işletmenliği diploması alacağım...
Bilgisayar merakım yüzünden kursa başlamıştım. Kursta benden başka pazarcılık yapan öğrenci yoktu. Öğrencilerin birçoğu hâlihazırda çalışan memurlardı. Terfi etmek, derece kademe yükseltmek gibi onların bir amacı vardı. Benimse bilgisayarın B sin'den bile haberim yoktu. Kursa gittiğimde bilgisayarı ilk defa orada görüyordum. Kursta ne öğrendimse aldığım notlara bakarak kavramaya çalışıyordum. Birkaç hafta sonra Çark caddesinde bir 'internet cafe'ye' giderek öğrendiklerimi test etmeye başladım.
Bilgisayarı açıp kapamayı, dosyayı, yazılımı, donanımı öğrenmiştim fakat bu gördüğüm bilgisayar başkaydı. Renk vermeden disketimi taktım o gün kursta öğrendiklerimden 'paint'ten' birkaç çizimle fare ile çalışma egzersizi yapabildim.
İnternet kullanma derslerini son hafta veriyorlardı, yani internet ünitesini önümüzdeki günlerde tamamlayıp diploma almaya hak kazanacaktık. İnternet o yıllarda ülkemize henüz gelmişti. Ben dediğim gibi bilgisayarı basından tanıyor ve mağazaların ekranından görebiliyordum. Daktilonun gelişmişi zannediyordum...
Türkiye'de belli başlı birkaç gazetenin internet sayfası vardı ve çoğu da her gün güncellenmiyordu bile. O akşam dersten çıkınca Halk Eğitimin alt katındaki kafede oturduk gardiyan bir arkadaşımla. Sohbet ettik, havadan sudan... sanki birbirimize veda ediyor gibiydik, oysa daha bir hafta vardı kursumuzun bitmesine. Kafede resim sergisi açılmıştı, ne enteresandır ilk profesyonel resim sergisine de o yıl ve orada şahit oluyordum okul yıllarımızda suluboya resim çalışması hiç görmemiştim. Darende belediyesinin koridorlarında lise öğrencilerinin Karakalem çalışmalarına ağzım açık hayranlıkla bakakalırdım...
Halk Eğitim Merkezi ile çarşı arası epeyce bir mesafe olmasına rağmen yürüyerek istasyona kadar geldik. Ben Kuyudibi Minibüslerine binmek için Gümrükönü'ne doğru gideceğim. Gardiyan İbrahim'le orada vedalaşıp ayrıldık. O gün gökyüzü berrak ve pırıl pırıl bir hava vardı. Gökyüzündeki yıldızlar sanki yere değiyormuş gibi ve gökyüzü kubbemsi bir şekilde ovalığı sanki daha bir belirgin gibiydi. Her zaman gördüğüm gökyüzü gibi değildi sanki. Camii kubbesinin içeriden görünümü gibiydi, kalemle çizilmiş bir şekilde farklı bir atmosfer vardı sanki tepemizde...
Eşimi ve çocuklarımı köye gönderdiğim için evde bir başıma idim. Gece geç vakitlere kadar kahvede oturuyorum, sonra bazen eve, bazen de eniştemlere. Eniştem şehir dışında ilçelere gider günübirlik, arabası ile mutfak eşyaları satardı. Taraklıya gitmişse o gün dönmez oradan ya Yenipazar'a geçer, ya da Göynük'e giderdi. İki üç gün gelmeyecek olursa ben ablamlarda kalırdım. Eniştem yine şehir dışındaydı ama ben eniştemlere değil de kahveye doğru gitmek istedim nedense.
Adapazarı'nda geceleri başka şehirler gibi açık yer fazla olmazdı. Zaten çarşısı da bir avuçtu. Uzun çarşı ve Çark Caddesi...
Kahveye geldiğimde aşağı yukarı herkes dağılmıştı. Hamit ve aziz kalkmaya hazırlanıyordu ki ben içeri girdim. 
- Aleykümselam dediler daha ben selam vermeden, 'kayfeciyi yatırmaya mı geldin bu saatte' diyerek benimle dalga geçtiler. Bende, siz neden geç kaldınız eviniz barkınız yok mu? Dedim.
Hamit bekardı, Aziz'in evine yakın komşu idiler. Aziz de benim gibi eşini ve çocuklarını köye göndermişti. Sabah beri kaç el oyun oynadık, çay sigara içimiz geçti açık yer bulabilir miyiz acaba dediler. Gelirken gördüm fırının karşı köşedeki pastane açık dedim. Kalktılar, 'sende gel, bir şeyler atıştıralım, ablanlar yatmıştır bu satte aç kalırsın' dediler. Olur, dedim, kaktık yeniden Kömür Pazarı'na doğru yürüdük. Yolda giderken Aziz 'yav canım bir melemen çekti ki valla' dedi, Hamide dönerek. Hamit'te 'açık manav varsa alalım malzemeyi senin evde yapalım, ekmeğin varsa' dedi.
Aziz açık olan tanıdık lokantaya doğru ekmek tedarik etmeye gitti. Biz Hamit'le beraber domates biber almak için manavda kaldık. Sohbet ederek Ozanlar mahallesine doğru yürümeye başladık. Ben hem gidiyorum hem söyleniyorum, 'oğlum gece-gece ne melemeni, ablamlar merak ederler' diyorum. İçimdeki sıkıntım azalmak bir yana iyice artmaya da devam ediyor...
Gökyüzü berraklığını artırmıştı, sanki masmavi gökyüzü bembeyaz gibiydi. Bu zamana kadar çok açık hava biliyorum ama böylesini hiç görmemiştim. Aynı şeyi arkadaşlarımda söylediler. Maşallah ne güzel bir hava var bu gün dediler...
Aziz içeri gitti üzerini değişmeye, Hamit'te mutfakta domatesleri yıkamaya başladı. Ben elime kumandayı alıp televizyonun karşısına geçtim. Ayaklarımı uzattım kanallara bakıyorum, işe yarar bişe bulamıyorum, birkaç kanal değişmiştim ki Hamit içeriden seslendi 'oh,oh! Ağa gibi gurulmuş beyimiz, keyif gıcır. Oğlum galh yardım etsene' dedi. Ben de 'nerede görülmüş misafirin yemek yaptığı' diyerek aldırış etmiyorum...
Az sonra Aziz elinde sofra içeri giriyor, yer sofrasını seriyordu. Elinizin artığı Allahın verdiğinden bir güzel karnımızı doyuruyoruz acılı melemenle. Bu arada da televizyonda bir kovboy filmi başlıyor, ben kanepedeki yerimi alıyorum. Hamit diğer kanepede bir müddet izliyoruz. Aziz kalkıp odasına gitti, 'siz de yatın geç oldu, Allah rahatlık versin' dedi.
Biz izlemeye devam ediyorduk, kanepe pencereye yakındı. İçerisi serin olsun diyerek camı açmıştım. Ben arada bir dışarısına kafamı uzatıyorum, gökyüzüne bakıyordum, bu arada filmde bitmişti. Televizyonu kapadık, yönüm pencereden tarafa dönük fakat gözümü kapayamıyorum. Dışarıdaki hava dikkatimi çekmeye devam ediyordu. Yıldızlar yere inecekmiş gibi bir durumda idi. Daha önce böyle bir gökyüzü incelmeme ve ya dikkatimi çeken bir durum olmamıştı. Ben böyle düşünürken birden gökyüzü bembeyaza büründü, yerin altından gelen bir uğultu vardı. Bildiğimiz gök gürültüsü idi fakat yerin altından geliyordu. Bir ağır uğultulu iş makinesi sokağın başından geçiyormuşçasına...
Uğultu ile birlikte sarsılmaya başladık, kanepe camın kenarında idi ve pencerede alçaktı üstelik. Kafamı kaldırınca pencere hizasına geliyor. Elimi açık pencereye doğru uzatıyorum ki kenardan tutayım kalkacağım, düşüyorum. Doğruluyorum kolumu uzatıyorum bir türlü kenarını yakalayamıyorum sarsıntıdan. O an ben Deprem olduğunun farkına varıyorum, salâvat getiriyorum, tekbir çekiyorum... O an aklıma Kureyş suresini getirmeye çalışıyorum, başını hatırlamıyorum korku ve heyecandan. Bir yerden aklımda kalmıştı, Kureyş suresinin deprem ve afetlerden koruduğu. Sonra Felak ,Nas süresi okumaya çalışıyorum bu arada da içeriden Aziz'in bağırması duyuluyordu, sesinin tonundan çok korktuğu belli idi. Hamit'te yerden doğrulmaya çalışarak 'ououu ououuu' benzeri seslerle bağırıyordu. Bu arada ben hala kendimdeyim, Hamide dönerek hiddetle 'sus lan, salavat getir' diyordum...
O anda 'eyvah, çocuklar evde yalnız, korkmuşlardır' diyerek vicdan azabı çekiyorum. Neden gitmedim ki, geç olsa bile yeğenlerim di onları yalnız bıraktım diyorum. Sanki o an ölecekmişim gibi 'eyvah garib gidiyorum, yeğenlerimin yanında bari olabilseydim' diye düşünüyorum. Gözümün önünden doğuştan o ana kadar tüm yaşantım film şeridi gibi geçiyor. O zaman, birkaç saliselik bir zaman diliminde nasıl olmuştu da bütün bir ömrüm öylece film fragmanı gibi bana görünebilmişti. İnanın izahını bulmakta zorlanıyorum. Bu gün bile hala etkinsi sürdürmektedir...
Sarsıntı ilk şiddetini susturur susturmaz üçümüz aynı anda ellerimize alabildiğimiz elbiselerle dışarı fırladık, fakat o da ne! Göz gözü görmüyor, zifiri karanlık. İkinci katta idik ve biz nasıl dışarı çıkabildik? Çünkü elektrikler de sönmüştü o gürültü başlar başlamaz. On dakika önce yere değen yıldızlara ne olmuştu, ya o bembeyaz gökyüzü? Şaşkınlığımı atınca etrafıma bakmaya başlıyorum, sokaklarda bağıran, çağıran, feryatlar...
Kadın, kız, çoluk, çocuk kendini dışarı atabilen sokakta idi. Kimileri eline bir perde, battaniye gibi bir şeyler almış sarılıyor, kimisi de 'don, fanila' olduğu gibi çıkmıştı, tıpkı bizim gibi. Gömleğimi pantolonumu giyerken endişemin yerini korku alıyor. Felaketi fark etmem çok sürmüyor,' ya çocuklara bir şey olduysa' endişesi yüreğimi yakıyordu.
Azizlerin ev yan yatmıştı, ben yan taraftaki feryatları görünce kendimi toparladım bir an. Ne olmuşsa birden baan bir dingillik geldi, daha sağlıklı düşünmeye başladım. Endişelerimin yerini korku almıştı fakat serinkanlı olarak kararımı verdim Azize dönerek 'deyzoğlu, sen Gadirlerin, Osman'ın kimin evini biliyorsanız onlara bakın. Ben yeğenlerimin yanına koşayım' dedim. Azizle Hamit'te biraz sakinleşmişti. Azizlerin alt kat merdiven altında benim bisikletim duruyordu, bir cesaretle hızlıca alıp dışarı çıktım. Karanlıkta on metre ötesini ancak görebiliyordum, alelacele sürmeye çalışıyorum fakat daha elli metre bile gidemeden gerisin geriye geldiğim yöne dönüyorum. Sokak kapanmış yıkılan evlerden etrafında feryat figan, bağırılmalar... 
Kan ter içinde kalmıştım, gideceğim yer yüz elli, iki yüz metre kadar arkalarda bir sokak ama girdiğim her sokakta bir yıkıntı var yolu boydan boya kesmiş. Nihayet eve ulaşabiliyorum, Ozanlar mahallesinden Şeker mahallesine yeğenlerimin evinin önüne gelince içimi sevinç kapladı. Çok şükür bizimkilerde sarsıntı ile birlikte aşağı inebilmişler. Beni görünce ablam sarıldı, ağladık, ağlaştık...
Sokağın başında tüpçü dükkanı vardı, ev yıkılmış, evin gelini feryat figan ediyor 'baba,babaaaaaaaaa!!! Babamı kurtarın, N'olur babamı kurtarın' diyordu. Ne babasını ne de hiç kimseyi kurtarabilecek bir yardımcı bulmak imkânsızdı. Herkes çaresizdi ve herkesin kurtarılmaya ihtiyacı vardı...
Sarsıntıların ardı arkası kesilmiyordu, bu artçı sarsıntılarda henüz yıkılmamış eğik ve hasarlı binalarda birer ikişer devriliyor, etrafı toz bulutları kaplıyordu. Sarsıntılar peş peşe geliyordu, bazen beş on dakika, bazen biraz daha fazla. Bazen şiddetli, bazen de yavaş, sayısız kereler sarsıntıya maruz kalıyorduk.
Ne elde alet edevat, ne elektrik ve ne de yardıma koşabilecek birileri vardı. İtfaiye çökmüş, dahası gecenin karanlığını aydınlatan yer yere ışık yansımaları görünüyordu. Belli ki bir yerlerde aynı anda yangın da çıkmıştı. Sadece dua edebiliyorduk, az sonra ne olacağı, ne olabileceği hakkında kimsenin bir fikri yoktu. Saatler ilerledikçe gün ağarmaya başladı, her yer seçilirken felaketin büyüklüğüne bir kez daha tanıklık ediyorduk. Ya rabbi bu ne büyük afet, kıyamet bu olmalı diyorduk.

Devamı var...


18 Ağustos 2011 Perşembe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder