17 Ağustos 2013 Cumartesi

Ortadoğu’yu Firavunlardan Arındırmak İçin Halifelik Hayata Geçirilmeli

“Makara” yazılar yazmaya bir süre ara verip kaldığım gündemimden devam edeceğim. Resmi Bayram iznine ilave yapıp senelik iznimle birleştirince epey bir ense yaparım diye düşünmüştüm. Yanılmışım. Bırakın ense yapmayı enseyi kaşıyacak zaman bile bulamadım.  Bayram tatilinde yazmayı planladığım yazıların hiç birine elimi bile sürmedim. Bu girizgâhtan sonra saadete gelecek olursak ahvali şeraitimiz şöyle:

Trafik terörü kader mi?
Her bayram tatili yollarda görmeye alışık olduğumuz ve beklide kanıksadığımız “trafik terörü” fazlasıyla can aldı. Ne kadar önlem alınsa da ne kadar “duble yollar” otobanlar yapılsa da bu konuya ne yazık ki bir çözüm bulamadık.  Bayramı bayram gibi yaşamak bazılarımıza nasip olmadı. Bazılarımızın bekleyecek başka bayramları da ne yazık ki olmayacak, tıpkı kendilerinin de artık olamadıkları gibi... Ölenlerin geride bıraktıkları yaklaşan her bayramda aynı hüznü ömürleri boyunca yaşayacak.  Çocuklarına anlatabilecekleri bayram sevinçlerinin yerini puslu bir çift göz ve hüzünlü bakışlarla resminden gözlerini alamadıkları tanıdıklarının gülen yüzlerine bakarken boğazları düğümlenip o günleri yeniden yaşayarak hıçkırıklara boğulacaklar. Buruk bir tebessüm bile belki bir dahaki bayramlarda içlerini acıtacak.
Kaza ve kadere iman ediyoruz, amenna. Lakin bu biraz da kader olgusunu aşan insan eksenli bir kusur sonucu “pisipisine” yaşamın sonlanması olayıdır. Herkes üzerine düşeni bihakkın yapsa, herkes kural ve kaidelere uysa, herkes hız sınırı ve solama yasağına, trafik işaretlerine riayet etse bu bayramda kaybettiklerimizin hemen hepsini bir dahaki bayramda da görecektik.
Şuan kesin bir istatistiki veri var mı bilmiyorum ama bildiğim tek şey trafik terörüne verdiğimiz kurbanların sayısı savaşlarda ve çatışmalarda verdiğimiz kayıplardan misliyle daha fazla. Ne olursunuz, nerede olursak olalım bulunduğumuz yolların durumlarını göz önünde bulundurarak kural ve kaidelere uyalım. Gideceğimiz yere biran önce gitmek için yapmış olduğumuz hız ve hatalar bizi bir daha asla gidemeyeceğimiz ve gittiğimizde gelemeyeceğimiz yerlere götürür. Biraz geç gidip gelelim ama sağ salim gidip gelelim.  Sevenlerimizi ve sevdiklerimizi gözü yaşlı bırakmayalım…
Artan boğulma vakaları, bu da başka bir kader
Bu yaz başlar başlamaz aldığımız boğulma vakaları bayramda da hız kesmeden devam etti.  Denizde, gölde, gölette, kanalda ve havuzda boğulma vakaları o kadar çok yaşandı ki hemen her gün bir medyada karşımıza çıkınca artık “keşke yaz bitse” demek noktasına geldik.
Boğulma vakalarının birçoğu yüzme bilmemekten kaynaklı bile değil. Bazıları hiç boğulma hadisesi olmayacak derece sığ sularda yaşanıyor.  Bazen panikleme sonucu,  bazen ayağa ve bazı yerlerimize kramp denilen tutulma sonrası ve bazen de ne yazık ki ihmal. Uyarılara aldırmadan “deli cesareti” ile bilip bilmediğimiz sulara kendimizi kapıp koyuvermemiz sonucunda da malum sonuçla karşılaşabiliyoruz.
Gerekli uyarıları göz önüne alarak, kontrollü serinlemenin yollarını aramalıyız. Örneğin denizdeysek mutlaka “can kurtaran” denilen görevlilerin kontrolü olan yerleri seçmeliyiz. Kanal ve kanaletlerde bilmediğimiz yerlerde serinleme hevesinden vazgeçmeliyiz. Bana bir şey olmaz türü özgüvenini bir kenara koymalıyız.  Dibi görülmeyen ve bulanık olan akarsu ve göllerden, girdaplardan uzak durmalıyız. Özellikle göllerde suyun altının çamurlaşmış ve balçık tutma olasılığını göz önüne alıp milin insanı içine çekebileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Mutlaka ama mutlaka denize veya göle gitmeden önce boğulma vakaları ve alınacak önlemlerle ilgili araştırma yapıp yapabilirsek ilk yardım eğitimi ve yüzme eğitimi de mutlaka almalıyız. Yanımızda ve yakınımızda meydana gelen veya gelmesi muhtemel vakalarda nasıl davranacağımızı bilirsek serinlemek keyfinin yarım kalmamasını sağlarız…
Mısır’da “Firavun”ların Zulmü Bitmiyor
Kan ve gözyaşının hiç bitmediği Ortadoğu ve İslam coğrafyası zalimlerin zulmü ile inlemeye ve acılar yaşamaya devam ediyor. Dünya kamuoyu kınamanın ötesinde kılını bile kıpırdatmıyor.  Müslüman ülkelerin bu içine düştüğü durum gerçekten içler acısı. Ölen de öldüren de ne gariptir ki Müslüman.
Oysa Müslüman tüm insanlığa yaşantısıyla, adaletiyle örnek olmalı değimliydi.  Nerede kaldı “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmaz. Zulme teslim etmez.( Buhari, Mezalim, 3; Müsli,m, Birr 58) ” lafzı celili. Kardeşlik hukuku böyle mi olmalı.
Lafa gelince Müslüman’ız, kardeşiz filan…
Kardeş kardeşe bunu yapar mı?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Demek ki vurur, inan insanlıktan çıkınca “esfele safilin”  (Sefillerin en sefili, aşağıların-aşağılıkların en aşağısı) oluyor.  Müslüman şuurunu yitirince hayvanlaşıyor, hayvanlardan da aşağı olabiliyor. Tıpkı akrep gibi, kendi kendisini sokuyor.
Ortadoğu’da yaşananlar için hep dış düşman filan diyoruz ya bana göre dış düşmanlık filan bir durum değil.  O coğrafyada yaşayanlar insanca bir yaşamı belki hak etmiyorlar, insanca yaşama alışık değiller. İnsanca yaşamanın ön koşulu karşılıklı sevgi ve saygıdan geçer. Bir birini anlamaktan, olduğu gibi görüp kabul etmekten geçer. Herkes kendi doğrusunu dayatınca ortaya bu türden manzaralar çıkıyor.
Ra’d suresinde "Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez…" ayeti mucibince o halk önce köklü bir değişim yapmalı. Kendilerine bir bakmalılar. Ne istiyorlar, gerçekten insanca bir yaşam mı yoksa şimdiye kadar olduğu gibi, Melikler, Şahlar, Emirler ve Krallar eliyle mi yönetilmek istiyorlar. Yoksa hakça adilce bir yönetim olsun mu diyorlar.
Bugün dünyadaki mevcut yönetimlere bakıldığında insan hak ve hürriyetlerinin olduğu, nispeten hukukun ve özgürlüklerin Demokrasi ile sağlanabileceğini görüyoruz. Demokrasi,  İslam dışı bir kavram olmayıp bilakis İslam’ın kendisi bir demokrasidir. İslam halifelerinin seçilmesi şekli incelendiğinde günümüzde yapılan seçimlerin tıpkısı değilse bile aynısıdır sonucu ortaya çıkar.
Hiçbir Halife’nin zorla iktidarını sürdürdüğü  (Yezit hariç) görülmemiştir. Yani halka rağmen iktidar olmamışlardır.
Mısır ve diğer İslam coğrafyasına bakınca ben naçizane şunları düşünüyorum;
Kan ve gözyaşının hüküm sürdüğü topraklar neresi? İslam ülkeleri. Yani: dün Osmanlının hüküm sürdüğü topraklar, Osmanlı zamanında buna benzer olaylar yaşanmış mıdır diyecek olursak bu türden vakaları tarihte okumadık, duymadık. Ne zaman oraya İngilizler ve diğer Emperyal devletler elini soktu işler karıştı. Zayıf düşen koca imparatorluğu türlü desiselerle bölüp parçaladılar. Suni kabile devletleri ve kurulan krallık ve emirlikler bir yüz yıl zorla o bölgede yaşayanların kanını iliğini kuruttu.
Osmanlı zamanında barış ve huzur içinde müreffeh bir hayat süren Arap kabileleri şimdi biri birilerini boğazlama noktasına geldi.  Cumhuriyet hükümetlerinin bilinçli bir politika ile göz ardı ettikleri bu coğrafyada yaşanılan daha önceki olayları duymazdan-görmezden geliyorduk. Onların içişleri bahanesine ve çoğunlukla da “Yurtta sulh, cihanda sulh”  sloganıyla kendimize meşru bir çıkış oluşturuyorduk.
Osmanlı Ortadoğu’dan Afrika’ya ve Balkanlara,  adalet götürüyordu. Şimdi bazılarının Osmanlı’dan utanarak bahsetmesi ve sanki Osmanlı’nın da bahsedilen ülkeler gibi emperyal bir devletmiş gibi “ne fark eder bizde İngilizler gibi oraları zapt etme peşindeydik”    dediklerini duyar gibiyim. Osmanlı gittiği ülkeler sömürgeleştirmedi, gittiği yerlere hanlar, hamamlar, medreseler ve kervansaraylar yaptı. Yani kısaca hizmeti ve adaleti de beraberinde götürdü. Ondandır ki 1500 yıl hüküm sürdüğü bu coğrafyaların birçoğunu da savaşmadan “gönüllü teslimiyet”  topraklarına kattı. Bugün ataş hattındaki bu ülkeler o zamanlar Osmanlı olmanın ayrıcalığını yaşıyordu ve ülkelerinde barış ve huzur hâkimdi.
 Yani demem o ki, bizler yani Osmanlı’nın varisleri büyük bir vebal ve sorumluluk altındayız. Biz elimizi atmadan Ortadoğu’da şiddet sona ermeyecek. Biz olmadan Arap yarımadasına ve Afrika’ya huzur gelmeyecek.  Yenidünya düzeni dedikleri hadise o coğrafyada hayat bulamaz. O bölge ülkelerine yarı otonomi vererek yani özerkliliklerini tesis ederek valililerimiz tarafından yönetmeliyiz. İlelebet bu böyle sürmeyecek göreceksiniz bu bahsettiğim hadise er-geç gerçekleşecek.
Şam’ın da, Kahire’nin de ve hatta Bağdat’ın da valilikleri bizlerin elinde olacak. İşte o zaman bu ülkelere huzur gelir, yeter ki biz kendi içimizde cebelleşmeden adaleti hâkim kılalım.  Adaletle yönetilen bir ülkenin bayrağı altında yaşamaktan kimse yüksünmez ancak gurur duyar.
Sözün özü, yukarıda kısaca değindiğim üzere bu ülkelerde yerleşik bir seçim sistemi ve demokrasi olgusu henüz gelişmemiş. Sandık koymakla da geleceği yok. Rol model ülke olmanın ötesinde bir proje geliştirmeliyiz.  Türkiye için başkanlık sistemini ve seçimle gelen bir halifelik makamını hayata geçirmeliyiz. Meclisin uhdesinde bulunan Halifeliği vakit geçirmeden yeniden ihdas ederek ilk adımı atabiliriz. Bu ülkelerin halkaları nezdinde halifelik en büyük otorite olarak belleklerinde duruyor ve bekliyorlar. Biz olmazsak bu bölgelerin Firavunları bitmez…
Not: Başka bir yazımda daha geniş olarak konuyu irdeleriz, Gerek Mısır’da yaşanan katliam ve gerek de diğer İslam Ülkeleri ki başta Suriye ve Afganistan olmak üzere ateş hattındaki bu bölgelere inşallah tez vakitte barış ve huzur gele…

Ortadoğu'yu Firavunlardan Arındırmak İçin Halifelik Hayata Geçirilmeli


 “Makara” yazılar yazmaya bir süre ara verip kaldığım gündemimden devam edeceğim. Resmi Bayram iznine ilave yapıp senelik iznimle birleştirince epey bir ense yaparım diye düşünmüştüm. Yanılmışım. Bırakın ense yapmayı enseyi kaşıyacak zaman bile bulamadım.  Bayram tatilinde yazmayı planladığım yazıların hiç birine elimi bile sürmedim. Bu girizgâhtan sonra saadete gelecek olursak ahvali şeraitimiz şöyle:
Trafik terörü kader mi?
Her bayram tatili yollarda görmeye alışık olduğumuz ve beklide kanıksadığımız “trafik terörü” fazlasıyla can aldı. Ne kadar önlem alınsa da ne kadar “duble yollar” otobanlar yapılsa da bu konuya ne yazık ki bir çözüm bulunamadı.  Bayramı bayram gibi yaşamak bazılarımıza nasip olmadı. Bazılarımızın bekleyecek başka bayramları da ne yazık ki olmayacak, tıpkı kendilerinin de artık olamadıkları gibi... Ölenlerin geride bıraktıkları yaklaşan her bayramda aynı hüznü ömürleri boyunca yaşayacak.  Çocuklarına anlatabilecekleri bayram sevinçlerinin yerini puslu bir çift göz ve hüzünlü bakışlarla resminden gözlerini alamadıkları tanıdıklarının gülen yüzlerine bakarken boğazları düğümlenip o günleri yeniden yaşayarak hıçkırıklara boğulacaklar. Buruk bir tebessüm bile belki bir dahaki bayramlarda içlerini acıtacak.
Kaza ve kadere iman ediyoruz, amenna. Lakin bu biraz da kader olgusunu aşan insan eksenli bir kusur sonucu “pisipisine” yaşamın sonlanması olayıdır. Herkes üzerine düşeni bihakkın yapsa, herkes kural ve kaidelere uysa, herkes hız sınırı ve solama yasağına, trafik işaretlerine riayet etse bu bayramda kaybettiklerimizin hemen hepsini bir dahaki bayramda da görecektik. 
Şuan kesin bir istatistiki veri var mı bilmiyorum ama bildiğim tek şey trafik terörüne verdiğimiz kurbanların sayısı savaşlarda ve çatışmalarda verdiğimiz kayıplardan misliyle daha fazla. Ne olursunuz, nerede olursak olalım bulunduğumuz yolların durumlarını göz önünde bulundurarak kural ve kaidelere uyalım. Gideceğimiz yere biran önce gitmek için yapmış olduğumuz hız ve hatalar bizi bir daha asla gidemeyeceğimiz ve gittiğimizde gelemeyeceğimiz yerlere götürür. Biraz geç gidip gelelim ama sağ salim gidip gelelim.  Sevenlerimizi ve sevdiklerimizi gözü yaşlı bırakmayalım…
Artan boğulma vakaları, bu da başka bir kader
Bu yaz başlar başlamaz aldığımız boğulma vakaları bayramda da hız kesmeden devam etti.  Denizde, gölde, gölette, kanalda ve havuzda boğulma vakaları o kadar çok yaşandı ki hemen her gün bir medyada karşımıza çıkınca artık “keşke yaz bitse” demek noktasına geldik.
Boğulma vakalarının birçoğu yüzme bilmemekten kaynaklı bile değil. Bazıları hiç boğulma hadisesi olmayacak derece sığ sularda yaşanıyor.  Bazen panikleme sonucu,  bazen ayağa ve bazı yerlerimize kramp denilen tutulma sonrası ve bazen de ne yazık ki ihmal. Uyarılara aldırmadan “deli cesareti” ile bilip bilmediğimiz sulara kendimizi kapıp koyuvermemiz sonucunda da malum sonuçla karşılaşabiliyoruz. 
Gerekli uyarıları göz önüne alarak, kontrollü serinlemenin yollarını aramalıyız. Örneğin denizdeysek mutlaka “can kurtaran” denilen görevlilerin kontrolü olan yerleri seçmeliyiz. Kanal ve kanaletlerde bilmediğimiz yerlerde serinleme hevesinden vazgeçmeliyiz. Bana bir şey olmaz türü özgüvenini bir kenara koymalıyız.  Dibi görülmeyen ve bulanık olan akarsu ve göllerden, girdaplardan uzak durmalıyız. Özellikle göllerde suyun altının çamurlaşmış ve balçık tutma olasılığını göz önüne alıp milin insanı içine çekebileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Mutlaka ama mutlaka denize veya göle gitmeden önce boğulma vakaları ve alınacak önlemlerle ilgili araştırma yapıp yapabilirsek ilk yardım eğitimi ve yüzme eğitimi de mutlaka almalıyız. Yanımızda ve yakınımızda meydana gelen veya gelmesi muhtemel vakalarda nasıl davranacağımızı bilirsek serinlemek keyfinin yarım kalmamasını sağlarız…
Mısır’da “Firavun”ların Zulmü Bitmiyor
Kan ve gözyaşının hiç bitmediği Ortadoğu ve İslam coğrafyası zalimlerin zulmü ile inlemeye ve acılar yaşamaya devam ediyor. Dünya kamuoyu kınamanın ötesinde kılını bile kıpırdatmıyor.  Müslüman ülkelerin bu içine düştüğü durum gerçekten içler acısı. Ölen de öldüren de ne gariptir ki Müslüman.
Oysa Müslüman tüm insanlığa yaşantısıyla, adaletiyle örnek olmalı değimliydi.  Nerede kaldı “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmaz. Zulme teslim etmez.( Buhari, Mezalim, 3; Müsli,m, Birr 58) ” lafzı celili. Kardeşlik hukuku böyle mi olmalı.
Lafa gelince Müslüman’ız, kardeşiz filan… 
Kardeş kardeşe bunu yapar mı?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Demek ki vurur, inan insanlıktan çıkınca “esfele safilin”  (Sefillerin en sefili, aşağıların-aşağılıkların en aşağısı) oluyor.  Müslüman şuurunu yitirince hayvanlaşıyor, hayvanlardan da aşağı olabiliyor. Tıpkı akrep gibi, kendi kendisini sokuyor.
Ortadoğu’da yaşananlar için hep dış düşman filan diyoruz ya bana göre dış düşmanlık filan bir durum değil.  O coğrafyada yaşayanlar insanca bir yaşamı belki hak etmiyorlar, insanca yaşama alışık değiller. İnsanca yaşamanın ön koşulu karşılıklı sevgi ve saygıdan geçer. Bir birini anlamaktan, olduğu gibi görüp kabul etmekten geçer. Herkes kendi doğrusunu dayatınca ortaya bu türden manzaralar çıkıyor.
Ra’d suresinde "Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez…" ayeti mucibince o halk önce köklü bir değişim yapmalı. Kendilerine bir bakmalılar. Ne istiyorlar, gerçekten insanca bir yaşam mı yoksa şimdiye kadar olduğu gibi, Melikler, Şahlar, Emirler ve Krallar eliyle mi yönetilmek istiyorlar. Yoksa hakça adilce bir yönetim olsun mu diyorlar. 
Bugün dünyadaki mevcut yönetimlere bakıldığında insan hak ve hürriyetlerinin olduğu, nispeten hukukun ve özgürlüklerin Demokrasi ile sağlanabileceğini görüyoruz. Demokrasi,  İslam dışı bir kavram olmayıp bilakis İslam’ın kendisi bir demokrasidir. İslam halifelerinin seçilmesi şekli incelendiğinde günümüzde yapılan seçimlerin tıpkısı değilse bile aynısıdır sonucu ortaya çıkar.
Hiçbir Halife’nin zorla iktidarını sürdürdüğü  (Yezit hariç) görülmemiştir. Yani halka rağmen iktidar olmamışlardır.
Mısır ve diğer İslam coğrafyasına bakınca ben naçizane şunları düşünüyorum;
Kan ve gözyaşının hüküm sürdüğü topraklar neresi? İslam ülkeleri. Yani: dün Osmanlının hüküm sürdüğü topraklar, Osmanlı zamanında buna benzer olaylar yaşanmış mıdır diyecek olursak bu türden vakaları tarihte okumadık, duymadık. Ne zaman oraya İngilizler ve diğer Emperyal devletler elini soktu işler karıştı. Zayıf düşen koca imparatorluğu türlü desiselerle bölüp parçaladılar. Suni kabile devletleri ve kurulan krallık ve emirlikler bir yüz yıl zorla o bölgede yaşayanların kanını iliğini kuruttu.
Osmanlı zamanında barış ve huzur içinde müreffeh bir hayat süren Arap kabileleri şimdi biri birilerini boğazlama noktasına geldi.  Cumhuriyet hükümetlerinin bilinçli bir politika ile göz ardı ettikleri bu coğrafyada yaşanılan daha önceki olayları duymazdan-görmezden geliyorduk. Onların içişleri bahanesine ve çoğunlukla da “Yurtta sulh, cihanda sulh”  sloganıyla kendimize meşru bir çıkış oluşturuyorduk.
Osmanlı Ortadoğu’dan Afrika’ya ve Balkanlara,  adalet götürüyordu. Şimdi bazılarının Osmanlı’dan utanarak bahsetmesi ve sanki Osmanlı’nın da bahsedilen ülkeler gibi emperyal bir devletmiş gibi “ne fark eder bizde İngilizler gibi oraları zapt etme peşindeydik”    dediklerini duyar gibiyim. Osmanlı gittiği ülkeler sömürgeleştirmedi, gittiği yerlere hanlar, hamamlar, medreseler ve kervansaraylar yaptı. Yani kısaca hizmeti ve adaleti de beraberinde götürdü. Ondandır ki 1500 yıl hüküm sürdüğü bu coğrafyaların birçoğunu da savaşmadan “gönüllü teslimiyet”  topraklarına kattı. Bugün ateş hattındaki bu ülkeler o zamanlar Osmanlı olmanın ayrıcalığını yaşıyordu ve ülkelerinde barış ve huzur hâkimdi.
 Yani demem o ki, bizler yani Osmanlı’nın varisleri büyük bir vebal ve sorumluluk altındayız. Biz elimizi atmadan Ortadoğu’da şiddet sona ermeyecek. Biz olmadan Arap yarımadasına ve Afrika’ya huzur gelmeyecek.  Yenidünya düzeni dedikleri hadise o coğrafyada hayat bulamaz. O bölge ülkelerine yarı otonomi vererek yani özerkliliklerini tesis ederek valililerimiz tarafından yönetmeliyiz. İlelebet bu böyle sürmeyecek göreceksiniz bu bahsettiğim hadise er-geç gerçekleşecek.
Şam’ın da, Kahire’nin de ve hatta Bağdat’ın da valilikleri bizlerin elinde olacak. İşte o zaman bu ülkelere huzur gelir, yeter ki biz kendi içimizde cebelleşmeden adaleti hâkim kılalım.  Adaletle yönetilen bir ülkenin bayrağı altında yaşamaktan kimse yüksünmez ancak gurur duyar.
Sözün özü, yukarıda kısaca değindiğim üzere bu ülkelerde yerleşik bir seçim sistemi ve demokrasi olgusu henüz gelişmemiş. Sandık koymakla da geleceği yok. Rol model ülke olmanın ötesinde bir proje geliştirmeliyiz.  Türkiye için başkanlık sistemini ve seçimle gelen bir halifelik makamını hayata geçirmeliyiz. Meclisin uhdesinde bulunan Halifeliği vakit geçirmeden yeniden ihdas ederek ilk adımı atabiliriz. Bu ülkelerin halkaları nezdinde halifelik en büyük otorite olarak belleklerinde duruyor ve bekliyorlar. Biz olmazsak bu bölgelerin Firavunları bitmez…
Not: Başka bir yazımda daha geniş olarak konuyu irdeleriz, Gerek Mısır’da yaşanan katliam ve gerek de diğer İslam Ülkeleri ki başta Suriye ve Afganistan olmak üzere ateş hattındaki bu bölgelere inşallah tez vakitte barış ve huzur gele…

--

Sosyal Ağlardan Bana Ulaşmak İçin:



8 Ağustos 2013 Perşembe

Bir Kürk kapıp Şehir Emini’nin iftarına katıldım

Bugün müsaadeniz olursa “etliye sütlüye” dokunmadan bir yazı yazacağım. Daha doğrusu yazmaya çalışacağım, bakalım “dilimi tutabilecek miyim” veya da ne kadar tutabilirim yazının sonunda hep beraber göreceğiz. Buraya kadar gelebildiğime göre de epey bir mesafe kat ettiğim görülüyor, dahi miyim neyim! Ulusal gündemden başımızı kaldırıp ta içinde yaşadığımız ilin sorunlarına eğilemiyoruz. Tıpkı, Mısır’ı, Suriye’yi bırakıp bir türlü kendi gündemimize yani ülke gündemine de bir türlü eğilemediğimiz gibi. Eş-dost sohbetlerinde kendi aramızda konuştuklarımız da bunlardan başkası değil. Varsa yoksa Tayyo baba, Gılıçdar ağa, yok Esed mi ne garın ağrısı filan… Bu durumda da bazı şeyleri “ıskalıyoruz”. Yani Gezi, diyerek, Suriye-Mısır diyerek bizleri ağaca baktırıp işi götürüyorlar, sizce de öyle olmuyor mu? E ondan sonra da “günaydın” diyorlar, atı alan Üsküdar’ı geçmekle kalmıyor,  izine tozuna Kartal’da, Pendik’te bile kavuşulamadığı gibi çoktan Ankara’ya varmış oluyor…

Siz Ankara’da bekleye durun ahan da ben tiz vakitte Melete’ye geldim bile. Ramazan boyunca her yerde olduğu gibi ilimizde de iftar çadırlarından nasiplenemeyen fakir-fukara, garip-gureba takımına da ilimizin güzide kurumları yetişip beş yıldızlı mekânlarda mükellef sofralar kurarak bir yıl yetecek enerji depolamalarına olanak sağladılar. Her akşam bir davette yerlerini kapabilen seçkin azınlık yani bizim fukara(!) takımı Ramazandan oldukça nasiplenmiş bir şekilde iyice semirdiler…
Ömrü hayatında ziyafetin ne olduğunu ancak Nasrettin Hoca fıkralarından bilen bendeniz de ilk defa “kendime bir iyilik yapayım varayım sevabına da bir güzel nasipleneyim” diyerek Şehremini’nin verdiği davete icabet ettim. İlimizin seçkin muharrir takımı, takım taklavat tam kadro olarak yerlerini almışlardı. Bende bir yerlerden duymuştum “Kambersiz düğün olmadığını” . Dedim ki kendi kendime “gel sende bu davete icabet et, koca Şehir Emini’nin seveni var sevmeyeni var. Hem sen onun hemşerisi sayılırsın bu bakımdan da en önde sen gitmelisin” diyerek kendime meşru bir çıkış yolu bulmuştum.
Önceki hafta İlbey’inin verdiği davet içinde yerimi ayırtmış olmama rağmen gidememiştim, o kadar hazırlanmıştım. Akşamdan sarığımı cübbemi bir güzel divanın altına serip ütületmiş ve gidemeyince de emeklerime çok üzülmüştüm. Komşunun ödünç aldığım iskarpinini bile vermedim o da unuttu sanırsam Allah verede Bayrama kadar hatırlamasa, bayramı geçirirdik hiç değilse...  Hoş gidemediğim bir bakıma isabet olmuş, muharrir arkadaşlar yediklerini çıkarmak içinde epey bir zorlandıklarını bilahare kendi aralarında konuşurlarken duymuştum. Gidememe sebebimse akşamın bir vakti benim gibi bir ihtiyarın tek başına sokağa çıkmasının uygun olmayacağı görüşünün bende aniden nüksetmiş olması da diğer bir sebepti.
Ben günler öncesinden çağırırım yanıma Hayırlı bir Selim arkadaş, geldi geldi, gelmedi bulurum bir civanmert Ali gibi birini diye düşünmüştüm.  İkisi de gelmedi tabi, ötekiyle, beriki de başka bir bahane buldu. İş dar vakide kaldı. Bizim Sodesçigillerle de pek aramız olmadığından Şehreminin faytonuyla da bizim İbramla Haydar gitmişler. Onlar gider elbette diyeceksiniz,  bir bakıma devlet ricali sayılır biz ise dış kapının mandalı Devleti Âlinin garip bir kuluyuz değil mi... Devlet ricaline fayton, mesai dışı içi fark etmez şah kapısında çare tükenmez.  Kul kısmına fazla yüz vermeye gelmeyeceğini devletlülerimiz bilmez mi. O bakımdan olsa gerek bu ihtiyara kara kışta hafta sonu ıslah hane sınavına Mılla Bekir’in katırıyla elli pangunutu bastırıp gitmek düşer. Yiyeceğimiz yemeğin ederi elli pangunut etmeyecek belli ki Bekir’i çağıramadım ve böyle olunca da gidemedim elbette…
Bizim yaşımızda olan bazı piri fanilere böyle zaman zaman ilham gelir. Bir ara ben bunun nedenini araştırmaya merak sarmıştım. Günlerce, haftalarca değirmenci Emin’le kafa kafaya verip düşünüp bulmuştuk.  Yok, o değil. Deli Emin başka, bu dediğim değirmenci olan. Bizim emin yani.
He, ne diyordum, ilhamdan bahsediyordum sanırsam. Kusura bakmayın ihtiyarlık işte n’aparsınız. Ben eskiden böyle unutkanlık filan bilmezdim, hoca ayağa kaldırıp sorduğu zaman hiç düşünmeden soyadımı bile ezbere söyleyebilirdim. O kadar yani. Epey bir zamanımı almasına rağmen sonuç şaşırtıcıydı nasıl olmuştu ta olmuştu kısmını başka bir yazıma saklayayım ben size gelen ilhamımdan aldığım gazla davete nasıl gittiğimden başlayayım vakit kalırsa davet notlarından bazı anekdotlar aktarırım.
Sabah aç susuz kalkıp işe gittim. Ya Allah Bismillah diyerek işime dört elimle sarılıp çalıyordum (du) ki yumuşak koltuğun cazibesine kapıldığımı fark etmemişim. Allahtan yan odada çalışan mesai arkadaşlarım anlayışlılarda fazla gürültü etmediler. Müdür bey odaya teşrif etmeseymiş duvara vurmazlarmış. Sonradan gelip özür dilediler, şu kadar zamandır komşuyuz horlamanın lafı mı olur, biz duymadık say filan dediler.  İşte o hengamede kan uykusundan sıçrayan bendeniz Frenk icadı monitörümün sağına gözüm iliştiğinde “guşluh” vaktinin çoktan geçtiğini ve öğleye ramak kaldığını fark ettim.  Bir koşu “ayakyoluna” gidip elime yüzüme tulumbadan su çaldım. Yakamı paçamı düzeltip kendime çalışan süsü verip makamı şerifime kuruldum.  Eh sahura kadar bitiremediğim tahrir, tahsis ve havadislerin tertip düzeniyle her gece cebelleşirsen olacağı bu tabii ki dedim kendi kendime.
Sonracıma efendime söyleyeyim aklıma Şehir Emini hazretlerinin verdiği davet gelmesin mi! Gramofondan gelen yanık Arguvan türküsünü bile ağız tadıyla dinleyemeden sesini kısmak zorunda kaldım. Elimi zerzevat çantama atıp başka bir Frenk icadını çıkarıp karışık algoritma ve değişik bir düzenekte epey seyri sefer ettikten sonra rehberin ilk başlarına kayıt etmeyi akıl edebildiğim Hayırlı Selim denen zatı muhteremi aradım.
Dedim ona ki “efendi hazretleri şöyle bir müşkülatım var. Bir konuda himmetlerinize ihtiyaç hâsıl oldu bu garip dostunuzu daha fazla muzdarip etmeyesiniz…
Ya hu insan biraz hicap duyar değil mi, su yakmıyor bu, harıl, harıl gontür yiyor. Bir türlü saadete gelip gidemeyiz, efenim seninle birlikte görülmemiz doğru olmaz demiyor.  Yok, efendim neymiş ancak Face bahçesinden fırsat bulabilmişmiş de yeni Kündübek’teki bahçeye gelmişmiş de, hikâye tabi. Sonracıma ben zılgıtı koyverince nihayet “hatundan tırsıyorum” diyemediğinden” başladı ; “anama verilmiş sözüm var, sözümden dönemem bana bu saatten sonra anasına asi olmak yakışmaz.” Dedi. Ya hu muhterem “kazık” kadar adam oldun utanmıyor musun anandan icazet almana deyince de bozuldu. Yok, icazet değil benimki “söz” dedi ve devam etti “Bana, evladım erkânıharbe fazla yakın olma, siyasetçilerle devletlülerle fazla yüzgöz olma, kendini düşürme diye nasihat etti, bende tamam ana bir daha olmaz söz dedim” diyerek beni ekti.
Malum keseyi evde unutmuştum (hiç olmadı ya), bozukluk başka bir delik kuruş mecidiyem bile üzerimde yoktu. Olsaydı paraya kıyıp gontür yükletecek ve iki çiftte ben kelam edecektim...
Sonra daha başka arkadaşlarımı aradım, onlarda çakmak taşı çıkınca ne yaparsın boynumu büküp kaderime teslim olmuştum.
Bu arada vakit tamam olmuştu, öğle arası “dini bütün” arkadaşlar namaz hazırlıklarına başladılar bende yanımda hazır bulundurduğum Bektaşi gardaşlarımla Bekçi Bayramın mekânına doğru yola koyuldum. Bir masaya geçip çaylarımızı söyledik, arkadaşlar öğle yemeklerini yediler. Mangalda Ciğerin kokusu burnumu delse de ben yememek üzere kendimle kavilleşmiştim. Kendimi akşamki ziyafete saklamam lazımdı, panguta kıyıp yemek yemenin zamanı değildi. Ama akşama kadar da aç durulmazdı ki, neyse lafı fazla uzatmadan yeleğimin astarının arasına kaçmış bozukluk birkaç kuruşum varmış Allahtan. Kendime peynirli poğaça ve çay ziyafeti çektim hiç değilse akşama kadar bir yere düşmeden idare edebilecektim.
Sonraki yazılarımda devam konuya devam edeceğim. Malum vakit nakittir. Benim gibi çalışkan bir vatan evladının burada sizinle oturup çene çalması hoş olmaz değil mi. Döneyim ekranıma, canım vatandaşlarıma yurdumun gündeminden yarı yalan yarı doğru haberlerimi geçeyim…
Not: Başta ülkemiz olmak üzere tüm İslam ülkelerinin başına musallat olan anarşi e terör olaylarının olmadığı, silahların sustuğu, kan ve gözyaşının olmadığı sağlık ve huzur içerisinde bayramlar geçirmelerini cenabı Allah’tan niyaz eder siz değerli okurlarımın ve sevdikleriniz ve tüm Müslümanların mübarek Ramazan Bayramlarını kutlar sağlık ve esenlikler dilerim…
Twitter: @medya_ilisuluk @44yorumcu44 @malatyanews
Burada olmayan diğer eski yazılarımı Malatya Gerçek ve Yazarport başta olmak üzere kişisel bloklarımdan takip ederek oklayabilirsiniz...