1 Mayıs 2021 Cumartesi

At Hırsızı (İBB, Atlar Mutlu. Siyasiler, Atlar Kayıp)

 

Vaktiyle Yazıhanlı gözü kara iki hırsız kafa kafaya vermişler "ne yapsak işler kesat gidiyor. Buralarda da iyice mimlendik..." filan derken bir diğeri "Hekimhan'a gidelim. O tarafta yayla çok. Köylüler tarlada çalışırken atlarını, katırlarını çayırlık yerlere bağlarlar. Bizde içlerinden gözümüze kestirdiğimiz birini alıp biner kaçarız..." deyince arkadaşı bu sefer de "oğlum tamam alıp getirdik de kime satacağız. Bizi herkes tanır. Kim bizden çalıntı mal alır..." demiş.

Bu sefer öteki cin fikirli hırsız ileri atılmış:

"Oğlum sende hiç akıl yok. Satarız dedimse burada satarız demedim. Yarın çarşamba Kuluncak'ın pazarı var. Bizi orada kim tanıyacak. Üçe beşe bakmaz satar geliriz." demiş.

Bizim at hırsızları anan aşağı, baban yukarı... Tabanı yağlayıp Hekimhan'ın kıyısından, ağaçların arasından, dereden. Dereden tepeden derken kimseye görünmeden Kurşunlu'dan aşıp giderlerken az ilerde çayırda otlayan hayvanları görmüş.

Bakmışlar ki etrafta kimseler yok. Hemen önceden planladıkları gibi atı çözüp üzerine atlamışlar. Biri yuları eline almış süvari misali atı sürerken diğerini de terkisine atmışlar yine yelden hızlı, yılandan sessiz bir şekilde kimseciklere gözükmeden Kuluncak'ın yolunu tutmuşlar...

Neyse efenim lafı uzatmamayım.

Kuluncak'a yaklaşınca da artık kendilerini kimselerin tanımayacaklarını düşünerek gayet sakin bir şekilde hayvan pazarına varmışlar ve atı bir köşeye çekip bağlamışlar.

Bu arada bizim hırsızlardan birisi " ben yanında durmayayım. Sen gelenlerle pazarlık et. Ben etrafı kontrol edeyim tanıdık biri filan çıkarsa ya da bir aksilik olursa işaret ederim topukları yağlarız..." demiş.

O gün pazara gelen İlisuluklu genç atın sağından geçmiş, solundan geçmiş derken "atı gözü tutmuş".

Satılık mı? Demiş.

“Hee, satıyom. Sen iyi bir alıcıya benziyorsun yegen, gel bu at yabancıya gitmesin. Seni sevdim "nur yüzlü" birine benziyorsun...” Demiş at hırsızı.

Anan aşağı baban yukarı pazarlık etmeye başlamışlar, emme at da zorlu atmış haa!

En sonunda İlisuluklu nur yüzlü Hasan gardaşımız "bu işin içinde bir fırıldaklık" olduğunu anlamış. Belli etmemeye çalışarak adama sormuş "huyu suyu güzel mi, ürkek filan olmasın. Ayağı sıkı mı, nalları var mı?" diyerek epey bir sormuş.

Bu arada da diğer arkadaşları olan biteni uzaktan izlemekte imiş. Derken efendime söyleyeyim at hırsızı: "ne huysuzu gardaşım, atımız hem kuzu gibi hem de ayağına zorlu, fişek gibi.." dedikten sonra bir teklif yapmış Hasan'a:

"Al gardaşım bin bir tur at. Hem huyunu suyunu gör. Hem de ayağına yüğrük mü gör..." demiş.

Hasan'ın ayağına el atıp bindirmiş ata, vermiş yuları eline. “De hadi, sür iki tur, sonra gel pazarlığımız yapalım..." demiş.

Diğer arkadaş halen bir kenarda olup biteni izlemekte imiş...

Aradan biraz zaman geçmiş. Biraz zaman daha... Derken epey bir vakit olmuş ne Hasan var ortada ne at. Gelen giden yok…

Erketeye yatan hırsız bir kolundaki saate bakıyor bir arkadaşına; oflaya, puflaya beklemekte imiş...

Bu arada da İlisuluklu "Nur Yüzlü" Hasan, Kuluncağı geçmiş, Aşağı Çayköy, Bağırtlak civarında Tohma Çayının sığ bir yerinden geçmiş karşıya ver elini Sultanlı köyü, Taşpınar derken Ortalık Tepesi, Cehennem Deresinden geçip Tarhana Bayırı civarından İlisuluk köyüne gelmiş.

Atı kahvenin önüne başlamış "Albay'ım ver oradan demli bir çay, konu komşuya da ver, benden..." demiş.

Bu arada Hasan'ın bonkörlüğü karşısında şapka çıkaran Mamo dayım bir sandalye kapıp masaya yanaşmış. "Ula yeğen, hangi derede kurt öldü. Sen adama günahını bile vermezdin. Bugün ne oldu da Rahmetli Mahmut emmim gibi hayır dua alıyorsun..." demiş.

Hasan da: "Mamo Dayı, sen üzümü ye bağını sorma. Afiyet bal şeker olsun. İstersen Albay'ım tazelesin çayını..." demiş.    

Mamo Dayım da "valla seni bilmesem erenlere karıştı diyeceğim. Daha geçen sene Gamo'dan iki kelek parası verip beş kelekle dört bıçak almadın mı? Sonra Ali Osman Emmimin az mı keçiboynuzunu aşırmadın. Ya Selver Osman'dan yürüttüğün sigaralar... Beraber davar yaydığımızda az mı içtik. Bitlis'ti, Birinci idi artık ne çalabildiysen..."

“Yav, Mamo Dayı, sus Allah'ını seversen, duyan da bizi at hırsızı sanacak”…

“At demişken hayrola, benim bildiğim sizde at eşek olmazdı. En son rahmetli babanın cumaya geldiğinde bindiği uyuz eşek vardı onu da Deli Hamit'e sattıydın. Hamit kim bilir Eskihamal'da kaça okuttu o uyuz eşeği. Allah bilir belki Kayserili biri alıp çoktan salam sucuk yaptı da kemiği bile kalmadı..." diye cevapladı Mamo Dayı.

Bu sefer Hasan, "Mamo Dayı, sen eskisi ayağına yüğrük değilsin. En son bizim koçun tos vurmasıyla bacağını kırmıştın. Gel sana bir iyilik yapayım bu atı sana satayım. Kabaca Ağaç’a in çık güzelce…" demiş.

Derken, yine alaşağı, ver yukarı Albay'ın kahvede söğüt gölgesinde çaylarını içerek pazarlık yapıp atı Mamo’ya satan nur yüzlü Hasan ertesi gün Darende'den aldığı İstanbul biletiyle Tekirdağ'ın yolunu tutmuş bile. Eh, nede olsa Kuluncak pazarında Hasan'ı tanıyan eden yok. Zaten sekiz on yıldır gurbette. Köye de ya bir bayram da ya cenaze olursa, gelirse gelir.

Mamo Dayım desen "anasını boyar babasına satar". Eskihamallı rahmetli Deli Hamit olmazsa da Şeref'ten, Gürün'den verir birine. Bir bakmışsın bizim Hekimhanlı at Uzunyayla'yı aşıp çoktan Kayseri yolunu tutmuş...

Biz gelelim Kuluncak pazarına.

Bizim Yazıhanlı at hırsızları beklemiş, beklemiş, beklemiş... Ne gelen var ne giden...

Erketeye yatan (Gözcülük eden) hırsız karşından seslenmiş: "ne yaptın, sattın mı atı?" demiş.

Diğer hırsız da "heye, sattım!" diye cevap vermiş.

Bu sefer öteki "kaça sattın?" diye sorunca, bizim at hırsızı cevaplamış: "ellaam aldığımız fiyata verdik..." demiş.

Ava giderken av olan bu fıkradaki isimler ve yer adları tamamen kurgudur. İsmi geçenlerin affına sığınır ebedi âleme göçenlere rahmet, sağ olanlara sağlık ve afiyetler dilerim.

Bu fıkrayı epey bir zamandır İstanbul Adalar'da ki "faili meçhul" atların sosyal medya ve gazete ve televizyonlarda gündem olması üzerine kaleme aldım.

Doğrusu nedir bilemeyiz ancak bir birinden farklı haber ve senaryolar, söylentilerin ayyuka çıktını görüyoruz. Aşağıya bırakacağım linklerde de olduğu gibi bir kısmı “atların akıbeti meçhul” derken bir diğeri de “atların, mutlu, mesut…” yaşadığını söylüyor.

Eskiden Topkapı Suriçi'nde at, eşek kesenlere baskın düzenleyen gazeteci Uğur Dündar vardı. Şimdi de epey bir zamandır Malatya gündemini değiştiren ve yazdığı yazılarla ulusal haber kanallarına bile örnek olan Kayısı Haber'den sevgili Mahir Temur var. Ben topu taca pardon Mahir'e atıp kaçayım.

Sağlıcakla kalınız.

“ATLAR MUTLU” MUSMUTLU HABERİMİZ LİNK  https://www.malatyabulvar.com/haber/mutlu-atlar-adasi-1847.html

 

“ATLAR KAYIP” HABERİMİZ LİNK

https://www.malatyabulvar.com/haber/altunay-ibbnin-sorumlulugundaki-978-at-kayip-2014.html 

13 Nisan 2021 Salı

“Sülün Osman’a” Rahmet Okutacak Bir “Üçkâğıt” Hikâyesi

 

Malatya, yıllar sonra nihayet ulusal basında kendisinden söz ettirmeyi başarabildi. Ancak bu sefer olumlu anlamda değil de adeta skandal bir “insan kaçakçılığı” iddiasıyla ve üstelik merhum “üçkâğıtçı” Sülün Osman’a rahmet okutacak cinsten bir olayla adı anılır oldu…

Filmlere konu olacak cinsten gerçekleşen trajikomik “insan kaçakçılığı”  hadisesi yaklaşık bir buçuk yıl öncesinde gerçekleşiyor.  Olayın basına yansıması ve kamuoyuna duyurulması ise geçtiğimiz günlerde toplanan Yeşilyurt Belediye Meclisi toplantısında Yeşilyurt Belediyesi CHP’li Meclis Üyesi Günnur Teber’in Başkan Çınara yönelttiği bir soru üzerine medyanın daha doğrusu ilimizdeki iki yüzü aşkın ve bunlardan en az elli altmışının meslekte yarım yüzyılını deviren ve kendisine “duayen” diyebileceğim isimlerin “kafasını kuma gömdüğü”, adeta “kör, sağır – dilsiz” kesildiği bir zamanda “namuslu” kalem erbabı birkaç “yeniyetme” yerel gazeteci arkadaşların olayı araştırıp haber yapması ile gündeme geliyor ve işin aslını öğreniyoruz.

“Yeniyetme” dediğime bakmayın ve lütfen ne demek istediğime yazının bütününü okuduktan sonra karar verin.

Yazımıza konu olan mevzuyu özetlemeden önce kısaca kendilerine “yeniyetme” dediğim sevgili dostlarım, Aktarlar Odası ve Radyocular Dernek Başkanı Sinan Cavlak ile Kayısı Haber Genel Yayın Yönetmeni ve İmtiyaz Sahibi Mahir Temur’un yapmış oldukları bana göre “yılın haberi” diyebileceğim konuyu önce köşelerine taşıyıp, sonrasında ilimizde faaliyet gösteren dokuz radyonun ortak canlı yayınında gündeme getirmesi ile söz konusu olay ulusal medyanın da ilgi odağı oldu…

Kamuoyuna “Yeşilyurt Belediyesi İnsan Kaçakçılığı mı Yapıyor” minvalinde yansıyan ve “şeytanın bile aklına gelmeyen” yöntemlerle yapılan yurt dışına gönderilen 57 kişiden 53’ünün yurda dönmeyip adeta “buharlaşması” hadisesi böylelikle gündeme geliyor ve bir haftadır da yerel ve ulusal basından konu enine boyuna irdeleniyor.

Önce CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Malatya Milletvekili Veli Ağbaba konuyu bir basın açıklamasıyla basına duyuruyor. Sonrasında Karar Gazetesinden sevgili Yıldıray Oğur, söz konusu haberin ayrıntısını Mahir Temur ve başka isimlerle yaptığı görüşmeler sonucu kaleme alıyor derken nihayet bugünde Haber Türk gazetesi köşe yazarı ve aynı zamanda kendisi de Malatyalı olan usta gazeteci Sevilay Yılman köşesinde konuyu irdeliyor…

Dün ayrıca Halk TV ekranına canlı olarak bağlanan Mahir Temur, konuyu orada ayrıca özetliyor.

Dedim ya, olayın özetini aşağıda ayrıca vereceğim ancak yazımın başında belirttiğim gibi sözüm ona kendilerine “duayen” denilen gazetecilerin “kafalarını kuma gömdüğü” ve adeta hiçbirinin ağzını bile açmadığı veya daha doğru bir ifadeyle açamadığı bir zamanda sadece internet mecrasında yayın yapan ve belki sözüm ona bu duayenler tarafından basın mensubu bile görmedikleri “yeniyetme” bir gencin yapmış olduğu ve bir anda ülke gündemini meşgul eden bu gazetecilik başarını gerçekten kutlamak ve tebrik etmek lazım. Ayrıca da bana göre bu senenin “yerel medya ödülünü” şimdiden bu kardeşimin hak ettiğini düşünüyorum.

Malatyalı yerel gazetecilerin - ki bende dâhil – yemekli toplantılarda boy gösterip iş gündem yaratmaya ve gündemdeki olayları irdelemeye gediğinde neredeyse birden buharlaşıp ortadan kaybolmalarını bu kentin insanları hak etmiyor. Evet, iddia ediyorum; bu şehir, bu gazetecileri ve gazetecilik yaptıklarını sananları hak etmiyor.

Kamuoyunun beklentilerini karşılamayan, sorunlarını dile getiremeyen sözde gazeteci ve yazar – çizerlerin suskunluğu her şeyden önce gazetecilik adına utanç vericidir. Burada hakkıyla gazetecilik yapan kardeşlerimi ve büyüklerimi tenzih ediyorum ancak genel intibaım bu yönde.

Gerçek demokrasilerde yasama, yürütme ve yargının dışında dördüncü güç olduğu bilinen özgür basının içinde yaşadığı topluma karşı sorumlulukları vardır. Yaşadığı şehrine, insanına ve ülkesine karşı sorumlulukları vardır. Hepsi bir yana kendisine karşı sorumlulukları vardır. Gazetecilik etik ve ilkelerini bir yana bırakıp işin inanç boyutunda bile konuyu ele alsak, bile isteye gördüklerine gözünü kapar ve bildiklerini yazmasan veya söylemezsen yarın Ruz-i mahşerde yakana yapışırlar ve kalemin senden davacı olur.  Tamam, hepsi bir yana mademki kendine “basın mensubu” diyorsun ya hu Allah aşkına başını yastığa koyunca nasıl uyuyorsun…

Biliyorum sözü uzattım ve esas meseleye henüz dönemedim. Olayın özetini aktaracaktım, hemen konuya dönüyor ve kısaca meselenin bilinen aslını sizlere sunuyorum.  Ancak şu kadarını da söylememe müsaade edin. Söz konusu olay şuan yargı aşamasında daha doğrusu İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişleri olayın muhataplarının ifadelerini alıyor ve soruşturma sonrası nasıl bir dava konusu olacak, işin içinden ne çıkacak, bekleyip sonuçlarını göreceğiz.

OLAY NASIL GERÇEKLEŞTİ

Önceki dönem Bingöl Servi Belediyesinin AK Partili Başkanı olan Ali Ayrancı, (kendisinin Malatya’da da evi olduğu söyleniyor) görevi sırasında iken tanıştığı ve o zaman başkan yardımcısı olan Yeşilyurt Belediye Başkanı Mehmet Çınar’la görüşüp Almanya’nın Hannover kentinde Mega Kilit GMHB adlı Türk iş adamına ait olan bir şirketin “Çevreye duyarlı vatandaşlar yetiştirmek” adlı bir proje kapsamında yurtdışına bir gezi düzenlemek istediğini iletiyor.

Proje kapsamında gidecek olanların masraflarının şirket tarafından karşılanacağı ve belediye çalışanlarından bazı kişilerin katılmasının iyi olacağını belirtip ancak bunun bir proje kapsamında gerçekleşeceği için bir dernekle işbirliği yapılmasının ve protokol imzalanmasının gerektiğini söyleyerek yaklaşık on yıldır aktif olan Malatya Kişisel Gelişim Dünyası Derneğinin projeye paydaş olacağını da ilave ederek belediyeye bir isim listesi sunuyor.

Belediye önce iki kişi, daha sonra madem paydaşız daha fazla çalışanımız katılsın diyerek sayıyı dört ediyor ve nihayet gerekliği prosedürler tamamlanınca gönderilecek isimlerin listesi belediyeye iletiliyor. Belediye bu listedekileri elbette tanımıyor ve listeyi pasaport işlemleri için resmi yazıyla valilik onayına gönderiyor ve valilik te söz konusu isimlerin GBT araştırması yapılması için emniyete bildiriyor. Yapılan işlemler sonucu GBT kayıtlarında herhangi bir olumsuz duruma rastlanmadığı için “uygun görüş” bildiriliyor. Böylelikle de vizesiz 14 günlük kurum çalışanlarına mahsus gri pasaport işlemi de gerçekleşiyor.

Belediye çalışanı dört kişi başka bir programları daha olduğundan kafileden önce yurt dışı çıkışlarını yapıyorlar ve aradan üç dört gün geçtikten sonra bir otelde kafilenin diğerleri ile karşılaşıyorlar.

Ayrıntılarla yazımızı daha fazla uzatmayalım. Neyse, belediye çalışanları o kişilerle bir daha karşılamadan planladıkları gezi programını tamamlayıp yurda dönüyorlar.  Yaklaşık bir hafta sonra da yurt dışına gidenlerin pasaportları Eski Başkan Ali Ayrancı tarafından belediyeye teslim ediliyor. Doğal olarak da belediye çalışanlarının akıllarına herhangi bir şey gelmiyor ve konu kapanıyor. Ta ki İçişleri Bakanlığının Yurtdışına Usulsüz İnsan kaçakçılığı yapıldığı yönünde bir soruşturma sonucu belediyede ki ilgililerin ifadesine başvurulana kadar.

Sonrası malumunuz. Konun ayrıntısını Başta Kayısı Haberde Mahir Temur olmak üzere Karar Gazetesinde Yıldıray Oğur ve Haber Türk Gazetesinde Sevilay Yılman’ın yazılarından okuyabilirsiniz.

Evet, sevgili dostlar. Benim kısaca özetlemeye çalıştığım haberin konusu bu ve bu haberi ülke gündemine taşıyan sevgili dostum Mahir Temur ve konuyu Malatya kamuoyu önünde tartışan Sinan Cavlak’ı tebrik ediyorum. Malatya’da sözüm ona gazeteciyim diye caka satan ve kendilerine “duayen" süsü vermiş sözde gazeteci müsveddelerini de sizlerin engin vicdanlarına havale ediyorum.

Kalın sağlıcakla…

31 Aralık 2020 Perşembe

2021’i Karşılarken

 

Bu yazıyı 2020 yılbaşı gecesi saat 23.00’te kaleme alıyorum ve birazdan da yeni bir yıla gireceğiz. Koskoca bir yılı geride bırakıp yeni yılı karşılayacağız.

Umarım ve dilerim ki hepimizi derinden etkileyen ve bir kâbus gibi üzerimize çöken COVID belası yeni yılda tarihe karışır ve yeniden “eski günlerimize”, moda tabiri ile “eski normale” döneriz. Zira buna çok ihtiyacımız var.

Biz büyükler, yani “ebeveynler” sadece kendi dertlerimizle değil çocuklarımızın ruh sağlığından endişe eder olduk. “Bilgisayarla çok zaman geçiriyor, derslerini ihmal ediyor…” ediyor dediğimiz çocuklarımız şimdilerde neredeyse uyuma vakitleri hariç tüm zamanlarını tablet ve telefonlarla geçiriyor ve ne gariptir ki hepimiz de bunu kanıksadık maalesef…

Artık olağan hale gelen kısıtlamalar hemen hepimizi eve hapsetti. Bazılarımız için sıradan olan bu durum bazılarımız için adeta cehennem azabı gibi bitmez tükenmez bir hal aldı.

Sosyal yaşam standartları yüksek olan kesimler bana göre en çok etkilenen kesimler oldu. Oradan oraya koşuşturan ve neredeyse dur durak bilmeyen “sosyal” insanlar kendilerini bir anda zorunlu “kürek mahkûmu” olarak kendilerini evlerinde hapsedilmiş buldu.

Bendeniz bu durumu bir bakıma fırsata dönüştürmeyi becerebildim. Zir epey bir okuma sırası bekleyen kitaplarımın bir kısmını okuyabildim. Epey bir yerli – yabancı film ve diziler izledim. Bir türlü fırsat bulup yeterince takip edemediğim işinde gerçekten de başarılı bazı “You Tuber” kanallarından istifade ettim. Bir kısmı bilgilerimi tazelerken bir kısmı ve büyük çoğunluğundan oldukça istifade ettim.

Başka bir olumlu yanı ise epeydir düşündüğüm “emeklilik fobisi” yerini hobiye dönüştürdü. Zira “emekli olursam ne yaparım, vaktim nasıl geçecek?” korkusunu üzerimden attım.  Artık emekliliğe hazırım. Emekli olunca da yapabilecek işlerimin olduğunu artık biliyorum.

Abarttığımı düşünenler benim 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi bir çalışan olduğumu düşünürlerse sanırım ne demek istediğim anlaşılır. Zira yazarken veya sohbetlerimizde sürekli bir “otokontrol” bir sansür düşüncelerimizi ifade edebilmeyi zorlaştırıyordu. Bundan böyle daha bir “özgür” olacağım ve düşüncelerimi daha açık ifadelerle dile getirebileceğim. Hala anlamadınız mı? Ya hu, “Kral Çıplak!” diyeceğim…

Tüm şehirlerimizde olduğu gibi Malatya’da da çeşitli sorunlarımız var. Yerel yöneticilerimiz ve siyasilerden kaynaklanan bu sorunları da zaman zaman sizlerle paylaşıp üzerine konuşacağım…

Kısacası yeni bir yıla girerken bir sürü “eski alışkanlıklarımı” geride bırakarak yeni bir döneme adım atmış olacağım.

Kim ne söyler, kim ne der? Bu soruyu heybeme atalı çok oldu. Zira kimin e söylediği konusuna hiç aldırış etmeden dün olduğu gibi bugün de, yarın da yine “doğru bildiğimi” eğip bükmeden dosdoğru bir şekilde haykırmağa devam edeceğim.

Ne birilerinin “holigan, trolleri” ne de bir kesimin düşmanı olmayıp sadece ve sadece doğruları, daha doğrusu kendi doğrularımın takipçisi ve sesi olmaya devam edeceğim.     

Yazılarımı “kişisel bloğumda” yayımlaya devam ederken sizler için haftanın belli günlerinde ve Youtube kanalımdan karşınıza çıkarak hasbihal etmeyi sürdüreceğim.

Uzun bir süredir üzerinde düşündüğümüz projeler vardı. Ne yazık ki çeşitli sebeplerden ötürü gerçekleştirmek mümkün olmadı. Daha doğrusu bizler maalesef ve maatteessüf “kolektif” bir bilince sahip toplum değiliz. Hemen hepimiz “ben” duygusu ile hareket ettiğimizden ortak bir “konsensüs” oluşturamıyoruz…  

Mademki durum budur, o halde ben de kendi başıma bir nefer, bir ordu gibi hareket ederek “konjonktüre” göre gardımı alıp yoluma devam edeyim. Bu serüvene sizlerle çıkacağım. Siz sevgili okurlarımın her türlü desteklerine her zamankinden çok ihtiyacımın olduğunu biliyorum ve bu noktada da sizlere güveniyorum.

Umarım sizlerin karşısında mahcup olmam. Ve umarım bu ararım enim için yeni bir yıl gibi yeni bir başlangıç olur.

Tüm okurlarıma ve takipçilerime şimdiden iyi yıllar diliyorum ve tüm içtenliğimle yeni yılımızın sağlık ve huzur içerisinde geçireceğimiz en yıllardan biri olmasını diliyor ve umut dolu yarınları hep beraber karşılamamız için gönlünüzden geçenlerin gerçekleştiği, yüzlerinizden gülümsemelerin eksik olmadığı yeni bir yıl diliyorum…

Yeni yeni daha nice yıllarda görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.

 

25 Aralık 2020 Cuma

Güle güle Engin Nuşani...

 80'li yıllarda tanımıştım üstat Ali Nurşani'yi. Yurt dışında ekmeğini ararken bir yandan da memleket özlemiyle yanık yanık türküler söylemesi yüreklerimize işlerdi...

O yıllar bizim en güzel gençlik yıllarımızdı. Dünya görüşünü ve siyasi çizgisini bilirdim elbette. Bazı dostlarım bir ülkücü olarak Nurşani türküleri söylememi yadırgardı ancak ben türkülerimizin evrensel bir dil olduğunu söyler ve her ir ezginin bu toprakların zenginliği olduğuna inanırdım.
Yine o yıllarda rahmetli Ozan Arif'in kasetlerinin yanında sevgili Hilmi Şahballı (Allah sağlık ve uzun ömür versin) bir "tarafın" sessleriydi. Bir diğer hatırladığım ise ozan Hacı Karakılçık ve Aşık Reyhani baba "sağ" cenahın bilinen sesleriydi...
Ben tüm saydığım "bizim taraf" sanatçıların yanı sıra üstat Mahzuni'yi, Derdiyoklar İkilisini (İhsan Güvercin ve Alideryok üstatlara sağlık ve afiyet dilerim) Livaneli, Arif Sağ, Ahmet Kaya, Ozan Emekçi, (bazı Kürt sanatçılar mesela Hozan Beşir, Ciwan Haco, Şivan Perver ve benzeri) gibi "uç siyasi" sanatçıları da dinlerdim.
O yıllarda özel TV'ler henüz yok TRT tekel işlevi görüyordu bir sürü sanatçı ya "siyasi kimliği" yüzünden yahut da "Arabesk" söylediği için ekranlara çıkamazdı.
Bizler taş plaklarını ve kasetlerini kapış kapış alıp dinlediğimiz sanatçıları ekranlarda göremezdik elbette. Ruhi Su, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Musa Eroğlu ve daha sayısız onlarca sanatçının eserini daha ilk dinlemede ezber eder aynı akşam eğer varsa bir düğünde sazımızla çalıp söylerdik ve üstelik detone bile olmadan.
İsimlerini andığım ve bir o kadar adlarını anmadığım sayısız sanatçılardan türküleri, deyişleri, semah, uzun hava, barak ve bozlak gibi nice sayısız eserlerin bu gün bile güfteleri hala hafızamdadır...
Başta da dediğim gibi kim ne söylerse aldırmadan ister sağ, ister sol çizgide bir sanatçımız olsun, ister Alevi müziği denilen deyiş ve semahlarımız olsun halen benim severek dinlediğim ezgilerdir. Bu eserleri dinlemekle ne solcu oldum, ne Alevi...
Üstat Ali Nuşani yurt dışından emekli olup ülkeye geldiğinde özel kanallarımız çoğalmıştı fakat görünmez bir "ambargo" uyguladılar ve ekranlara pek çıkamadı maalesef. O yıllar ucuz şov programları, pespaye magazin programları ve ne idüğü belli olmayan yabancı diziler kültürümüzün üzerinden bir buldozer gibi geçiyordu ve kimsenin de kültürümüzün dejenere olmasından rahatsızlığına rastlanmıyordu...
Hasbelkader birkaç kez çeşitli kanallarda Ali Nurşani üstadı görmeye başlamıştık ki sesi kısılmış ve gırtlak kanseriyle mücadele ediyordu...
Tamda bu yıllarda oğul Nurşani'yi tanımaya başladık. Sesiyle babasını aratmayan bu sarı saçlı genç, Nuşani eserlerini yeniden yorumlaya başladı. Artık babasının türküleri emin ellerdeydi. Engin Nurşani adeta babasının gönül tellerinden süzülen türkülerinin tercümanı olmuştu. Halkımız sarı saçlı bu melez kardeşimizi çok sevmişti ve TV kanalları da baba Nurşani'den esirgedikleri vefayı oğul Nurşan'ye göstererek bir nevi günah çıkarmaya girişmişlerdi. Bu nedenle de ekranlarda epey bir görmeye başlamıştık ki bu sefer de talihsiz bir kaza yapmış ve adeta ölümden dönmüştü genç sanatçımız Engin Nurşani...
Çok uzun süren bir tedavinin ardından tam sağlığına kavuştuğu haberlerini duyuyorduk ki bu sefer de Engin Nurşani'nin "gırtlak kanseri" olduğu medyaya yansıdı.
Baba Nurşani yıkılmıştı ve çok çaresizdi. Çeşitli platformlarda adına kampanyalar düzenlenmişti. Bu kampanyanın sonuncusunu baba Nuşani yapmış ve sosyal medyadan ""Değerli canlar. Gövdemin tek tüyü, bir tek oğlum maalesef gırtlak kanserine yakalandı sizin herkesin tüm sevenlerinin desteğine ihtiyacım var. Neyim varsa verdim. Böyle olmasını istemezdim. Sizlere gelmek istemezdim. Gün geldi sizlerin kapısına geldim. Elinizden ne geliyorsa… Oğlumun kurtuluşu için yardıma ihtiyacım var. Baba olarak buna ihtiyacım var. Başka bir dileğim yok. Sizleri çok seviyorum" diye seslenmişti.
Bu sesi sayın ilgililerimiz duydu ve Sağlık Bakanlığımız devreye girerek tüm imkanları seferber etti.
Bu sabah sevgili sanatçımız Engin Nurşani ne yazık ki aramızdan ayrılarak ebedi aleme göç etti.
Kendi acısını, derdini unutup oğlu için çırpınan baba Nurşani'ye Allah sabır versin. Genç sanatçımız Engin Nuşani'ye rahmet diliyorum. Tüm sevdiklerinin başı sağ olsun.
Güle güle sarı saçlı genç adam seni çok sevmiştik ve unutmayacağız...


22 Kasım 2020 Pazar

Ayağında Kundura ve Can Hatice

 Bir zamanların efsane televizyon programı “İbo Şhow” 20 yıl aradan sonra Star TV ekranlarında yeniden seyirci ile buluştu. “İbo Show 2020” adıyla ekranlara yeniden dönen İbrahim Tatlıses’i aslında ne kadar çok özlediğimi fark ettim.

Ortaokula ilk başladığım yıllarda “Ayağında Kundura” türküsüyle müthiş bir çıkış yakalayan ve milyonların gönlünde taht kuran “İbo” efsanesi o günlerden başlayarak sürekli gündemde kalabilmeyi başardı. Tatlıses hakkında ne kadar yazılsa, söylense eksik kalır. Çünkü onun hayatı başlı başına bir romanlar serisi. Bununla beraber Allah vergisi müthiş bir ses ve erişilemez bir yorumcu...

Türküler “İbo” sesinden söylendikten sonra daha geniş kitlelere ulaşmakla kalmıyor bir kat daha bir başka seviliyordu. Bir taraftan o yılların furyası olan “Arabesk” müzik diğer yandan türkülerimiz… Tatlıses piyasanın isteğine kayıtsız kalamayarak arabesk müziği de zirveye taşıyabilen ender sanatçılarımızdan bir tanesi. Yıllardır yaptığı tüm plak ve kasetlerin bir yüzüne arabesk okurken diğer yüzüne türkü okuyarak ikisini bir arada götürebilmiştir.

Tatlıses, bir yandan Anadolu’nun bağrından çıkmış “ulu” ozanlarımızın ki bunlar arasında merhum Neşet Ertaş ve Âşık Mahzuni Şerif’in parçalarını söylerken diğer yandan da o yıllarda “özgün müzik” olarak adlandırılan bir çeşit “protest” müzik ustalarının ki bunlar arasında da Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya eserlerini söyleyerek fark yaratabilmiştir.

İbrahim Tatlıses, yeri gelir Barak söyler, yeri gelir Bozlak okurdu. Allah vergisi sesinden Urfa yöremiz ve Kerkük Türküleri de başka bir şekilde havalanırdı. Tatlıses, Şanlıurfa yöremizin “Sıra Geceleri” kültürünü yaptığı programlarda tanıtırken yöreye has birçok türküyü de hançereden (Gırtlaktan) söyleyebilen sayılı sanatçılarımızın en başında gelir.

Yazıya başlarken ortaokul yıllarım ve Ayağında Kundura türküsünden bahsetmiştim. Aynı kasette miydi sonraki kasette mi hatırlamıyorum “Can Hatice” türküsü vardı. Okulumuzda da İngilizce dersimize giren soyadını şimdi hatırlamadığım gayet güzel bir hanımefendi olan Hatice hocamız vardı. (yaşıyorsa Allah sağlık versin öldüyse de rahmet diliyorum) Sosyal bilgiler dersimiz hocası da İsa bey idi. İsa hocam evliydi, sanırım Hatice hocamız o yıllarda henüz bekârdı. Muzip bir hoca olan İsa Bey sosyal demokrat bir kişilikti, zaman zaman bize takılır şakalar yapardı. Ben tabi okulda “Ülkücü” olmakla övünen ve bunu her fırsatta belirten biriydim ancak derslerimde de oldukça başarılı olmamdan dolayı öğretmenlerim tarafından sevilen ve takdir edilen biriydim.

Hocalarımın yanında sevilmemin bir başka yönü de “güzel türkü söylemem” ve hafta sonları Ülkü Ocağında tiyatro yapmamdı. Yani özgüveni yüksek ve sosyal bir kişi idim. ( övünmek gibi olmasın da)

Bahsettiğim yılların sağ-sol ayrımın en yoğun yaşandığı zamanlar olduğunu söylememe lüzum yok. Henüz 12 Eylül Amerikan merkezli Askeri Darbe olmamıştı, 75’li yıllar…

İsa hocam dersimizde iken camdan Hatice hocamızın saçlarını savurarak zarif bir edayla okul bahçesinde görünmesiyle hemen bana “can Hatice’yi söyle bakalım Kemal” derdi. Bende gayet ciddi bir sanatçı edasıyla biraz da abartarak “muck aha, muck ahaa! Can Hatice, gözleri ceylan Hatice…” diye söylemeye başlardım. Sınıfımızın camı açık olurdu ve Hatice hocamız türkünün bizim sınıftan geldiğini elbette bilirdi.

İsa hocam, Hatice hocamıza karşı belli belirsiz ilgi duyduğunu o zamanlar anlamazdık. Hocam “takılıyor veya Hatice hanımı kızdırmak istiyor diye düşünürdük. Şimdi düşünüyorum da İsa hocam Hatice hanıma karşı bayağı ilgi duyuyormuş. Şimdiki gençlerin deyimiyle “boş değilmiş” hani…

Neyse efenim, bir sonraki dersimize Hatice hanım geldi. Masasına oturdu ve “o türküyü kim söylüyordu” dedi. Ayağa kalktım ve utana sıkıla “ben” diyebildim ancak hatırlıyorum da yanaklarım pembe pembe olmuştu. Hem utanmış ve hem de ya kızarsa diye düşünürken “sesin de çok güzelmiş, aferin” dedi ve ekledi “dersiniz müzik görünmüyor, kim söyletti peki?” dediğinde yine aynı çocuksu saflığımla “İsa hoca” dediğimde hafif tebessüm ederek başını eğmiş ve sadece “peki, otur” diyebilmişti. O zaman fark ettim ki Hatice Hanım da benim gibi kızarmıştı. Hem utanmış ve hem de belli belirsiz sevinmişti. Bir daha da aramızda türkü muhabbeti hiç olmadı…

Gördüğünüz gibi “İbo Şhow 2020” beni alıp nerelere götürdü.

Sevgili okurlar,

Sizler neler düşünürsünüz bilmem ama ben kendi adıma programın tekrar başlamasına sevindim. Bildiğiniz gibi TV kanallarında ya bayat siyaset programları yahut örf ve adetlerimizi hiçe sayıp tahrip eden seviyesiz dizilerden ekranlarda ağız tadıyla izleyecek bir şeyler bulmak oldukça zor.

Bu bakımdan da Star TV’yi tebrik etmek lazım. Umarız program uzun soluklu olur ve geçmiş yıllarda olduğu gibi memleketimizin saygın sanatçılarını ekranlarda bizlere izletmek olanağını sunmaya devam ederler.

Ben her iki bölümü de gayet keyifle izledim. Sizlerde henüz izlemedinizse tekrarları Youtube kanalında mevcut.

Hafta sonları nihayet “ağız tadıyla” izleyebileceğim bir programım var. Bu vesileyle de sevgili İbrahim Tatlıses’e namı diğer “İmparator’a” Allah’tan sağlık ve afiyet diliyorum. İbo Şhow 2020’nin tekrar TV ekranlarında bizlerle buluşturduğu için Star TV’yi kutluyorum ve başarılar diliyorum.

Aynı zaman da kırk yıl aradan sonra adlarını anımsadığım sevgili öğretmenlerim Hatice hocam ve İsa hocam şahsında tüm öğretmenlerimi minnetle anıyorum. Yaşayanlara sağlık ve afiyetler diliyorum ebediyete göçenlere de Allah’tan rahmetler diliyorum.

Türküyle ve türkülerle, sağlıkla ve esenliklerle kalın efenim…

30 Haziran 2020 Salı

Gençleri Kazanan Seçimi Kazanır

 Bugün 36 yaşında olan bir genç 4 genel ve dört yerel seçim yanında 3 Cumhurbaşkanlığı seçimi gördü...

Bir başka ifade ile çocukluk ve ergenlik yaşından başlayıp yetişkin bir birey olan gençlerimiz gözlerini Ak Parti ile açtılar ve hala Ak Parti iktidarda.

Biz orta yaş vatandaşlar yani 50 yaş üstü bireyler gençlik yıllarımıza yön veren siyaset adamlarını -ki sayıları bir elin parmağı kadardı- zaman zaman değiştirerek seçerdi.

Bizler o zaman bu aktörlerin hiçbir zaman asla değişmeyeceğini düşünür ve artık "siyaset gençleşmeli" diyerek yeni aktörlerin önünün açılmasında söz sahibi olmasak da etki etmiştik.

İlk başlarda "mahşerin 4 atlısı" dediğimiz Demirel, Erbakan, Ecevit ve Türkeş kendi istekleri dışında zamanın gadrine uğrayarak ihtiyarlamaları veya ölmeleri üzerine yerlerini alan halefleri “Özal ekolü” ve sonrasında da Baykal, Çiller, Yılmaz,ve Bahçeli liderliğinde "davalarını" devam ettirdiler...

Akabinde bir isim Erbakan'ın tedrisatından geçmiş birkaç "idealist" bir araya gelerek yeni bir oluşum başlatarak "yıllanmış - ihtiyarlamış " siyasi yelpazede arkasına gençlerin rüzgârını alarak sahaya indi.

Şüphesiz ki bu rüzgârın esmesinde ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve sosyolojik çeşitli sebepler vardı. (bu ayrı yazı konusu olur)

Hasılı o gün başlayan "bayrak değişimi" yaklaşık 20 yıldır ülkenin yönetiminde söz sahibi olmayı sürdürüyor.

Bugün gelinen noktada gençlerin büyük çoğunluğunun rahatsız olduğu su götürmez bir gerçek.

Günümüz gençliği kendilerinin de söz sahibi olduğu veya beklentilerini karşılayacak yeni bir oluşumu "mesih bekler" gibi beklemektedir...

Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre 2019 yılı sonu itibarıyla Türkiye'nin toplam nüfusu 83 milyon 154 bin 997 kişi iken 15-24 yaş grubundaki genç nüfus 12 milyon 955 bin 672 kişi olduğu resmi kayıtlarda görünüyor..


Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, toplam nüfusun yüzde 15.6'sı düzeyinde olan genç nüfusun yüzde 51.3'ünü erkek, yüzde 48.7'sini ise kadınların oluşturduğunu duyurmuştu.


Yine Türkiye'nin 13 milyona ulaşan genç nüfusu, Avrupa Birliği üyesi 20 ülkenin nüfusunu geride bıraktığı şeklindeki haberler medyada yer almış, Avrupa İstatistik Ofisi ve Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye'nin toplam nüfusu 2018 sonu itibarıyla 82 milyonu aşarken, 15-24 yaş grubundaki genç nüfus 13 milyon kişiyi bulduğunu kamuoyu öğrenmişti.

Geçtiğimiz günlerde Sayın Cumhurbaşkanı “Pandemi nedeniyle” sosyal medya üzerinden yaptığı canı yayınla gençlerin karşısına çıkmış ve çok geçmeden de genç izleyici “muhalif” yorumlarla Erdoğan’ı zora sokmaları üzerine yayının yorum özelliği kapatılmıştı. Bu durum sosyal medya twetter’da gündem olmuş bir anda #oymoyyok tagıyla epey bir ses getirmişti.

Bu örnekten yola çıkarak şunları açık yüreklilikle söyleye biliriz;

Günümüz gençliği bir değişim beklemektedir. Bu değişimin Ak Parti ile sağlanamayacağına inanıyor ve gelecek seçimde Ak Partiye oy vermeyeceklerini deklare etmiş oluyorlardı.

Yine bu gençler mevcut siyasi partilerde de kendilerine yer bulamıyor ve dolayısıyla da “muhalefet partilerini de “ alternatif görmüyorlardı. Yeni kurulan partilerin de henüz bir “gelecek vaat etmediğini” düşünüyor ve ufukta adeta bir “beyaz atlı prens” beklentisi içerisindedir…

Sonuç olarak Türk Siyasal hayatında büyük bir “değişim” kaçınılmaz gözüküyor. Bu değişimin belirleyici mimarı da günümüz gençliği olacaktır. Gençlerin destekleyeceği bir siyasi parti ipi göğüsler.

Gençlerin duygu ve düşüncelerini hesaba katmayan ve beklentilerini karşılamayan bir siyasi partinin başarılı olması mümkün görünmemektedir.

Siyasi partiler plan ve programlarını yeniden dizayn edip gençlere alan açarak veya ufuk açacak eylem ve söylemlere şimdiden başlamalıdır. Aksi takdirde gençleri kazanamayan seçimi kazanamaz diyerek yazımıza şimdilik son verelim…

15 Kasım 2019 Cuma

Festivalin Adı Hababam Figüranları Festivali Olsun!

 Öncelikle siz kıymetli okurlarımın şunu bilmesini isterim; Malatya Uluslararası Film Festivalini başlatıldığı ilk günden beri yakından takip eden ve bu konuda da hatırı sayılır miktarda yazılar yazan bir kardeşiniz olarak festivalin şehrimize çok şeyler katacağına olan inancım sebebiyledir ki hep destekledim.

Bu tür festivallerin henüz bir büyük şehir olmuş Anadolu şehrinde, üstelik doğuda bir şehirde yapılabiliyor olması ayrıca övünç konusu ve takdire şayandır. Bununla birlikte sizlerde takdir edersiniz ki sanata ve sanatçıya destek veren bir ilin vatandaşı olarak bundan mutluluk duyarım. Ne var ki gelinen nokta itibariyle bu mutluluğumuzun yerini büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü aldığını da belirtmek istiyorum.

Şöyle ki;

Hatırlarsanız bu festivali şehrimize kazandıran önceki dönem valilerimizden Sayın Ulvi Saran'dır. Sayın valimizin şehrimize yaptığı hizmetler saymakla bitmez. Bunlardan en çok hatırda kalanlar film festivali başta olmak üzere Beydağı Ağaçlandırması, Levent Vadisi Projesi, Anadolu Kitap Fuarı ve daha onlarcası diyebiliriz. Bu meyanda sayın valimize ne kadar teşekkür etsek azdır.

Gelelim asıl hayal kırıklığım ve üzüntüm olan hususa;

Festivalin birinci yılı veya ikincisiydi sanırım. O yıl da merhum Kemal Sunal adına ödüller verilmiş ve yine hepinizin bildiği üzere de yine festivalin “baş konukları” ve de değişmez/değiştirilemez ve hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez, olmazsa olmamız şeref misafirimiz ve dahi fahri hemşehrimiz Hababam Filmleri figüranlarından bir grup şehrimizi şereflendirmiş ve dahi festivalimizi onurlandırmışlardı(!).

Sonraki yıllarda da benzer seremoniler devam etmekle birlikte bu sefer fazladan merhumun eşi hanımefendi Gül Sunal davet edilmişti. Gül hanım merhum sanatçımızın filmlerde kullandığı kıyafetlerini getirmiş ve sinemaseverler de Malatya Park’ta sergilenen bu nostaljik sergiyi ilgi ile takip etmişti…

Önceki yıllarda Hababam Sınıfı filminin yaşayan figüranlarının ilimize gelmesi ve festivali renklendirmeleri sinemaseverlerinde ilgisini çekiyordu. Bu anlamda çeşitli etkinlikler yapılıyor ve bizlerde bundan ayrı bir keyif alıyorduk. Çeşitli okul ve ilçe ziyaretleri ile gayet güzel bir organizasyon ortaya çıkmıştı. Bendeniz de o sıralar festivali öven, yere göğe koymayan yazılar yazarak festivalimizin sürdürülebilir olması ve benzer festivaller gibi kökleşerek rüştünü ispat edip hak ettiği yere ulaşmasını arzuluyordum. Bir Altın Koza gibi, Altın Portakal gibi…

Ne hazindir ki Hababam Sınıfı figüranlarının her festivalde koştura koştura gelerek (getirtilerek) onur konuğu(!) yapılmaları festivalin geleceğine de gölge düşürmeye başladı. Hatta bazen festival Hababamın gölgesinde bile kaldı diyebilirim. Bizler hedefi yükseğe koyup çıtayı nasıl yükseltir de marka bir festival yapabiliriz diye düşüne duralım gelinen noktada festivalin ruhu tamamen kaybolup silikleşmeye ve hatta amatörlüğe doğru evirildi ve de savruldu.

Her yıl tekrarlanan bu seremoni bir gelenek hâlini aldı. Hababam Sınıfı Filminin bazı figüranlarının bu lakayt tavırları ve tutumları yüzünden hem Hababam Sınıfının saygınlığı gölgelendi ve hem de kendileri bu ilk günkü coşkuyu kaybettirdiler. Sinemaseverlerin zaaflarını kullanan bu ekip hala kendilerini nasıl sanatçı sayabiliyor bilemiyorum.

Çok ağır ithamlarda bulunduğumu düşünebilirsiniz. Belki haklısınız, ancak bu figüranların otuz sene önce çevrilen Hababam Sınıfı filminden başka rol aldığı, başrol oynadığı bir dizi veya sinema filmi yok. Senaristlik yapmıyorlar, yönetmen değiller, yapımcı değiller, jön hiç değiller… O yıllarda gazete ilanı ile sokaktan toplanmış bir avuç yevmiyeli genç… (şu sıralarda kimileri belediyelerde çalışıyor kimisi de barlarda, pavyonlara müzik(!) icra ediyorlar).

Bu gençlerden birisi de hemşerimiz Diaver Gür, O yıllarda İstanbul’da üniversite tahsili yapıyor. Hatta bu sebepten dolayı okulu bir yıl uzattığı biliniyor. Dilaver Gür de diğer figüranlar gibi o yıl hasbelkader oynadığı film dışında başka projelerde gözükmedi ve asıl mesleği olan Mühendislikle hayatını kazandı.

İşin başka bir noktası ise bu projenin asıl fikir babası yine filmlerde birkaç sahnesi olan (diyalogsuz roller) emekli öğretmen ve gazeteci Ali Aydoğan’dır. Ali Aydoğan bu fikri Dilaver Gür’e açıyor ve diyor ki “Bizim Hababam ekibini toparlayıp Malatya’ya getirelim. Birkaç gün memlekette gezdirelim. Belediye ile görüşürsek belki destek olurlar filan…” benzeri düşüncesini dile getiriyor.

Bunun üzerine Dilaver Gür, bu fikir kendisine aitmiş gibi o günkü vali yardımcısı (yahut festival komitesi koordinatörü) ve film festivali komitesinin başındaki isme “böyle bir düşüncemiz var, hem festivale renk katarız hem de okullarda öğrencilerle söyleşiler yapıp nostaljik bir etkinliğe ev sahipliği ederiz…” diyerek vali yardımcısını ikna edip ekibi Malatya Film Festivali öncesi şehrimize getiriyor…

Uçak biletleri, beş yıldızlı otelde konaklama, yeme içme festival bütçesinden beş on gün krallar gibi tatil yapıyorlar. Sonraki yıl tekrar, ondan sonraki yıl tekrar derken “Hababam Sınıfı Figüranları” etiketi gelip Malatya Uluslararası Filme Festivali’nin önüne geçiyor ve dokuz yıldır da bu etiket bir türlü çıkmıyor. Adeta da festivale yapışıyor…

Kim derseniz bu işin müsebbibi, en başta sevgili Dilaver Gür ve sonra da festival komitesidir. Oysa böyle olmamalıydı. Böyle başlamış olsa bile böyle sürgit devam etmemeliydi.

İnsanların sevgileri ve güvenleri böyle istismar edilmemeliydi. Birinci, ikinci, üçüncü, beşinci derken her festivalde “Hababam Ekibi Şovu” izlemekten gına gelmemeliydi…

Malatya Uluslararası Film Festivali Hababam’ın gölgesinde kalmamalı ve “Hababam Sınıfı Figüranları” festivaline dönüşmemeli idi… İşte benim üzüntüm de kızgınlığın da bunadır!

Sevgili okurlar;

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen “Malatya Günleri” etkinliği sonrası film festivalinin de tanıtım basın toplantısı yapılmıştı. O toplantıda yine Hababam Sınıfı Filmi Figüranları arzı endam etmişlerdi. Bende bu Malatya Günleri özelinden bir yazı yazıp “Malatya lay lay lom günleri…” demiş ve yazımın sonunda “sakın yine festival Hababam figüranları gölgesinde kalmasın benzeri birkaç kelam etmiştim.

Yazımı bir bütünlük içinde değerlendirmeyip sadece “figüranlar” dememe içerlenen başta Dilaver Gür ağabeyim sosyal medya üzerinden ve diğer figüran arkadaşları da yazımın altına yorum yazmışlardı. O yorumlar için söz hakkımı şimdilik kullanmıyorum. Festivalin genel değerlendirmesini ve işin organizasyon kısmını eksiği ve beğenilen yönlerini bir sonraki yazımda ayrıca konu edeceğim.

Sizlerin sabrını zorlayıp ve lafı fazla uzatmadan şimdilik burada kesiyor ve asıl değerlendirmeyi ev sahibi sıfatıyla sizlerin engin ferasetine bırakıyorum…

Not: Festivalle ilgili önceki yıllarda yazmış olduğum bazı yazı linklerini aşağıya bırakıyorum…

3. Malatya Film Festivali’nin Hakkını Veremedik

https://yorumcu44.blogspot.com/2012/11/3-malatya-film-festivalinin-hakkn.html

Sinemacılar para kazansın diye festival yapılıyor

https://yorumcu44.blogspot.com/2017/11/sinemaclar-para-kazansn-diye-festival.html

Hababam Festivali Şart

https://yorumcu44.blogspot.com/2017/11/hababam-festivali-sart.html