17 Ağustos 2013 Cumartesi

Ortadoğu’yu Firavunlardan Arındırmak İçin Halifelik Hayata Geçirilmeli

“Makara” yazılar yazmaya bir süre ara verip kaldığım gündemimden devam edeceğim. Resmi Bayram iznine ilave yapıp senelik iznimle birleştirince epey bir ense yaparım diye düşünmüştüm. Yanılmışım. Bırakın ense yapmayı enseyi kaşıyacak zaman bile bulamadım.  Bayram tatilinde yazmayı planladığım yazıların hiç birine elimi bile sürmedim. Bu girizgâhtan sonra saadete gelecek olursak ahvali şeraitimiz şöyle:

Trafik terörü kader mi?
Her bayram tatili yollarda görmeye alışık olduğumuz ve beklide kanıksadığımız “trafik terörü” fazlasıyla can aldı. Ne kadar önlem alınsa da ne kadar “duble yollar” otobanlar yapılsa da bu konuya ne yazık ki bir çözüm bulamadık.  Bayramı bayram gibi yaşamak bazılarımıza nasip olmadı. Bazılarımızın bekleyecek başka bayramları da ne yazık ki olmayacak, tıpkı kendilerinin de artık olamadıkları gibi... Ölenlerin geride bıraktıkları yaklaşan her bayramda aynı hüznü ömürleri boyunca yaşayacak.  Çocuklarına anlatabilecekleri bayram sevinçlerinin yerini puslu bir çift göz ve hüzünlü bakışlarla resminden gözlerini alamadıkları tanıdıklarının gülen yüzlerine bakarken boğazları düğümlenip o günleri yeniden yaşayarak hıçkırıklara boğulacaklar. Buruk bir tebessüm bile belki bir dahaki bayramlarda içlerini acıtacak.
Kaza ve kadere iman ediyoruz, amenna. Lakin bu biraz da kader olgusunu aşan insan eksenli bir kusur sonucu “pisipisine” yaşamın sonlanması olayıdır. Herkes üzerine düşeni bihakkın yapsa, herkes kural ve kaidelere uysa, herkes hız sınırı ve solama yasağına, trafik işaretlerine riayet etse bu bayramda kaybettiklerimizin hemen hepsini bir dahaki bayramda da görecektik.
Şuan kesin bir istatistiki veri var mı bilmiyorum ama bildiğim tek şey trafik terörüne verdiğimiz kurbanların sayısı savaşlarda ve çatışmalarda verdiğimiz kayıplardan misliyle daha fazla. Ne olursunuz, nerede olursak olalım bulunduğumuz yolların durumlarını göz önünde bulundurarak kural ve kaidelere uyalım. Gideceğimiz yere biran önce gitmek için yapmış olduğumuz hız ve hatalar bizi bir daha asla gidemeyeceğimiz ve gittiğimizde gelemeyeceğimiz yerlere götürür. Biraz geç gidip gelelim ama sağ salim gidip gelelim.  Sevenlerimizi ve sevdiklerimizi gözü yaşlı bırakmayalım…
Artan boğulma vakaları, bu da başka bir kader
Bu yaz başlar başlamaz aldığımız boğulma vakaları bayramda da hız kesmeden devam etti.  Denizde, gölde, gölette, kanalda ve havuzda boğulma vakaları o kadar çok yaşandı ki hemen her gün bir medyada karşımıza çıkınca artık “keşke yaz bitse” demek noktasına geldik.
Boğulma vakalarının birçoğu yüzme bilmemekten kaynaklı bile değil. Bazıları hiç boğulma hadisesi olmayacak derece sığ sularda yaşanıyor.  Bazen panikleme sonucu,  bazen ayağa ve bazı yerlerimize kramp denilen tutulma sonrası ve bazen de ne yazık ki ihmal. Uyarılara aldırmadan “deli cesareti” ile bilip bilmediğimiz sulara kendimizi kapıp koyuvermemiz sonucunda da malum sonuçla karşılaşabiliyoruz.
Gerekli uyarıları göz önüne alarak, kontrollü serinlemenin yollarını aramalıyız. Örneğin denizdeysek mutlaka “can kurtaran” denilen görevlilerin kontrolü olan yerleri seçmeliyiz. Kanal ve kanaletlerde bilmediğimiz yerlerde serinleme hevesinden vazgeçmeliyiz. Bana bir şey olmaz türü özgüvenini bir kenara koymalıyız.  Dibi görülmeyen ve bulanık olan akarsu ve göllerden, girdaplardan uzak durmalıyız. Özellikle göllerde suyun altının çamurlaşmış ve balçık tutma olasılığını göz önüne alıp milin insanı içine çekebileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Mutlaka ama mutlaka denize veya göle gitmeden önce boğulma vakaları ve alınacak önlemlerle ilgili araştırma yapıp yapabilirsek ilk yardım eğitimi ve yüzme eğitimi de mutlaka almalıyız. Yanımızda ve yakınımızda meydana gelen veya gelmesi muhtemel vakalarda nasıl davranacağımızı bilirsek serinlemek keyfinin yarım kalmamasını sağlarız…
Mısır’da “Firavun”ların Zulmü Bitmiyor
Kan ve gözyaşının hiç bitmediği Ortadoğu ve İslam coğrafyası zalimlerin zulmü ile inlemeye ve acılar yaşamaya devam ediyor. Dünya kamuoyu kınamanın ötesinde kılını bile kıpırdatmıyor.  Müslüman ülkelerin bu içine düştüğü durum gerçekten içler acısı. Ölen de öldüren de ne gariptir ki Müslüman.
Oysa Müslüman tüm insanlığa yaşantısıyla, adaletiyle örnek olmalı değimliydi.  Nerede kaldı “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmaz. Zulme teslim etmez.( Buhari, Mezalim, 3; Müsli,m, Birr 58) ” lafzı celili. Kardeşlik hukuku böyle mi olmalı.
Lafa gelince Müslüman’ız, kardeşiz filan…
Kardeş kardeşe bunu yapar mı?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Demek ki vurur, inan insanlıktan çıkınca “esfele safilin”  (Sefillerin en sefili, aşağıların-aşağılıkların en aşağısı) oluyor.  Müslüman şuurunu yitirince hayvanlaşıyor, hayvanlardan da aşağı olabiliyor. Tıpkı akrep gibi, kendi kendisini sokuyor.
Ortadoğu’da yaşananlar için hep dış düşman filan diyoruz ya bana göre dış düşmanlık filan bir durum değil.  O coğrafyada yaşayanlar insanca bir yaşamı belki hak etmiyorlar, insanca yaşama alışık değiller. İnsanca yaşamanın ön koşulu karşılıklı sevgi ve saygıdan geçer. Bir birini anlamaktan, olduğu gibi görüp kabul etmekten geçer. Herkes kendi doğrusunu dayatınca ortaya bu türden manzaralar çıkıyor.
Ra’d suresinde "Bir halk kendi halini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez…" ayeti mucibince o halk önce köklü bir değişim yapmalı. Kendilerine bir bakmalılar. Ne istiyorlar, gerçekten insanca bir yaşam mı yoksa şimdiye kadar olduğu gibi, Melikler, Şahlar, Emirler ve Krallar eliyle mi yönetilmek istiyorlar. Yoksa hakça adilce bir yönetim olsun mu diyorlar.
Bugün dünyadaki mevcut yönetimlere bakıldığında insan hak ve hürriyetlerinin olduğu, nispeten hukukun ve özgürlüklerin Demokrasi ile sağlanabileceğini görüyoruz. Demokrasi,  İslam dışı bir kavram olmayıp bilakis İslam’ın kendisi bir demokrasidir. İslam halifelerinin seçilmesi şekli incelendiğinde günümüzde yapılan seçimlerin tıpkısı değilse bile aynısıdır sonucu ortaya çıkar.
Hiçbir Halife’nin zorla iktidarını sürdürdüğü  (Yezit hariç) görülmemiştir. Yani halka rağmen iktidar olmamışlardır.
Mısır ve diğer İslam coğrafyasına bakınca ben naçizane şunları düşünüyorum;
Kan ve gözyaşının hüküm sürdüğü topraklar neresi? İslam ülkeleri. Yani: dün Osmanlının hüküm sürdüğü topraklar, Osmanlı zamanında buna benzer olaylar yaşanmış mıdır diyecek olursak bu türden vakaları tarihte okumadık, duymadık. Ne zaman oraya İngilizler ve diğer Emperyal devletler elini soktu işler karıştı. Zayıf düşen koca imparatorluğu türlü desiselerle bölüp parçaladılar. Suni kabile devletleri ve kurulan krallık ve emirlikler bir yüz yıl zorla o bölgede yaşayanların kanını iliğini kuruttu.
Osmanlı zamanında barış ve huzur içinde müreffeh bir hayat süren Arap kabileleri şimdi biri birilerini boğazlama noktasına geldi.  Cumhuriyet hükümetlerinin bilinçli bir politika ile göz ardı ettikleri bu coğrafyada yaşanılan daha önceki olayları duymazdan-görmezden geliyorduk. Onların içişleri bahanesine ve çoğunlukla da “Yurtta sulh, cihanda sulh”  sloganıyla kendimize meşru bir çıkış oluşturuyorduk.
Osmanlı Ortadoğu’dan Afrika’ya ve Balkanlara,  adalet götürüyordu. Şimdi bazılarının Osmanlı’dan utanarak bahsetmesi ve sanki Osmanlı’nın da bahsedilen ülkeler gibi emperyal bir devletmiş gibi “ne fark eder bizde İngilizler gibi oraları zapt etme peşindeydik”    dediklerini duyar gibiyim. Osmanlı gittiği ülkeler sömürgeleştirmedi, gittiği yerlere hanlar, hamamlar, medreseler ve kervansaraylar yaptı. Yani kısaca hizmeti ve adaleti de beraberinde götürdü. Ondandır ki 1500 yıl hüküm sürdüğü bu coğrafyaların birçoğunu da savaşmadan “gönüllü teslimiyet”  topraklarına kattı. Bugün ataş hattındaki bu ülkeler o zamanlar Osmanlı olmanın ayrıcalığını yaşıyordu ve ülkelerinde barış ve huzur hâkimdi.
 Yani demem o ki, bizler yani Osmanlı’nın varisleri büyük bir vebal ve sorumluluk altındayız. Biz elimizi atmadan Ortadoğu’da şiddet sona ermeyecek. Biz olmadan Arap yarımadasına ve Afrika’ya huzur gelmeyecek.  Yenidünya düzeni dedikleri hadise o coğrafyada hayat bulamaz. O bölge ülkelerine yarı otonomi vererek yani özerkliliklerini tesis ederek valililerimiz tarafından yönetmeliyiz. İlelebet bu böyle sürmeyecek göreceksiniz bu bahsettiğim hadise er-geç gerçekleşecek.
Şam’ın da, Kahire’nin de ve hatta Bağdat’ın da valilikleri bizlerin elinde olacak. İşte o zaman bu ülkelere huzur gelir, yeter ki biz kendi içimizde cebelleşmeden adaleti hâkim kılalım.  Adaletle yönetilen bir ülkenin bayrağı altında yaşamaktan kimse yüksünmez ancak gurur duyar.
Sözün özü, yukarıda kısaca değindiğim üzere bu ülkelerde yerleşik bir seçim sistemi ve demokrasi olgusu henüz gelişmemiş. Sandık koymakla da geleceği yok. Rol model ülke olmanın ötesinde bir proje geliştirmeliyiz.  Türkiye için başkanlık sistemini ve seçimle gelen bir halifelik makamını hayata geçirmeliyiz. Meclisin uhdesinde bulunan Halifeliği vakit geçirmeden yeniden ihdas ederek ilk adımı atabiliriz. Bu ülkelerin halkaları nezdinde halifelik en büyük otorite olarak belleklerinde duruyor ve bekliyorlar. Biz olmazsak bu bölgelerin Firavunları bitmez…
Not: Başka bir yazımda daha geniş olarak konuyu irdeleriz, Gerek Mısır’da yaşanan katliam ve gerek de diğer İslam Ülkeleri ki başta Suriye ve Afganistan olmak üzere ateş hattındaki bu bölgelere inşallah tez vakitte barış ve huzur gele…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder