15 Aralık 2011 Perşembe

12 Eylül ve Çocukluğum II.

...

"Sağcı" Olmuştum...


Etraf yamaçlara, kasabanın görülebilecek yerlerine yanımızda getirdiğimiz kırmızı boyalarla, yazılar yazıyorduk. İki kutuplu bir dünyanın "Sağ" tarafındaydık. Oysa bizim henüz oyun çağımızdı, ne anlardık siyasetten ideolojiden. Biz köyden gelmiştik, köyde de fazlaca siyaset yapılmaz, herkes işine gücüne bakardı.
Köyümüzde siyasi çeşitlilik hiç yoktu, bir taraf nereye gitse, diğerleri de hep beraber aynı safta oluyorlardı, karşıt görüşte olanlar, bir elin parmaklarını geçmezlerdi.
...

Oldum olası kendimden büyük insanlarla hep münazara ve münakaşa ederdim. Kendimce bildiğim doğruları bir an olsun savunmaktan geri durmazdım. Köylümüz Ramazan, bizden yaşça çok büyüktü, "Solcu" geçinir, lakin solculuğu, slogandan ileri gitmezdi. 
Ramazan, benimle sürekli laf yarıştırır, altından kalkamayınca da sinirlenirdi. Ben de boş durmuyordum, onu kızdıracak ne varsa ağzıma geldiği gibi söylüyordum. Ne de olsa "mektepliydim" kuru gürültüye pabuç bırakamazdım.
Ramazan, ilkokulu zar zor bitirebilmiş, kışları Çukurova ya giderek sağda solda bulduğu işlerde amele olarak çalışan, babayiğit bir köy delikanlısıydı. O da, has bel kader iki kutuplu dünyamızın, "sol" tarafından kendine yer bululmuştu.
Ramazan, işçi, köylü, emekçi edebiyatı yapıyordu. Sen nasıl köylü çocuğusun diyordu. Biz eşitlik Özgürlük mücadelesi(!) veriyoruz diyordu. Bende; "hadi öyleyse senden başlayalım" dedim.
Başladım Ramazanın kafasını ütülemeye! "5- 600 dönüm araziniz var,3- 500 koyun, onlarca dönüm bahçenizde var, kapınızda traktörünüz de var, eşit bir şekilde dağıt hadi, hep beraber kominde çalışalım". Ramazan susmuştu, tezini çürütmüştüm(!).
...
Ortaokulda, edebiyat öğretmenimizin yönlendirmesiyle kendimi bir cemaatin içerisinde buldum. Okul çıkışı gidiyoruz cemaat evine, yemekler yeniyor, çaylar içiliyor, genç öğrenci Ağabeyler kitaplar okuyorlardı. Kitaplar okunmaya başlayınca beni bir sıkıntı alırdı, anlamazdım, Arapça mı, Farsça mı? Yoksa Osmanlıca dedikleri bumuydu... 
Daha sonra okuyan Ağabey bırakır, okunan kısmın özetini bizim de anlayacağımız şekilde bir başka öğrenci anlatmaya başlardı, hoş, ne anlattığını kendisi de bilmezdi ya. Okuma faslı sona erer, daha sonra hep beraber Cemaatle namaza başlanırdı...
Ben, Tarkan, Kara Murat dergileri okuyorum, Teksas, Tommiks'i takip ediyorum ve Gırgır ve Fırt dergileri de favorilerim arasında idi. Kemalettin Tuğcu ile ağlar Ömer Seyfettin'le hüzünlenirdim "bu işler" bana uymaz, deyip, başka bir arayışa girdim...
Aradan çok geçmeden, kendimi bu sefer de "Milli görüşçülerin" içinde bulmuştum. Milli Türk Talebe Birliği Lokaline gidiyordum. Burada da durum diğerinden pek farksız değildi. Genişçe bir salona minder serilmiş, ha babam, de babam güreş tutuluyor, biraz bilenler bilmeyenleri çalıştırıyordu. 
Bir diğer odada da, yakın dövüş Sporu yapılıyordu. Spor bitiyor, bu sefer Ağabeylerden biri kuran okuyor, bir diğeri mealini anlatıyordu. Hiç birinin yüzü gülmüyor, tebessüm dahi etmiyorlardı. Kendilerince olağanüstü bir ciddiyet takınıyorlardı. Bu da olmamıştı, ben yine yalnızdım, oraya da bir daha uğramadım...
Elimdeki mektupları Posta haneye götürüp attıktan sonra, dönüşte bir Ağabey yolun karşı tarafından bana seslendi. Ağabeyi mahalleden de tanıyordum, zaman zaman mahallede top oynardık, oyunculardan biri eksik olduğunda, beni çoğu kez kaleci olarak oynatırlardı. Ağabey benden, karşı kırtasiyeden bir gazete almamı istedi, "aşağıya lokale getirirsin ben içerdeyim" dedi. Benden "Millet" gazetesi istemiş, bense kırtasiyeden "Milliyet" gazetesi almıştım. Yolun aşağısındaki "... Ülkü Ocakları" yazan yere elimde Gazete ile girdim. Ağabeyler gazeteyi aldılar, önce bir birlerine baktılar, sonra da gülüşmeye başladılar...
İçerisi çok büyüktü, duvarlarda Türk Büyüklerinin, Padişahların resimleri vardı, yer yer bayraklar ve flâma da göze çarpıyordu. Büyükçe bir "Bozkurt ve Üç Hilal" resmi, başköşede duruyordu. Karşı kitaplıkta oldukça bol, kitap ve dergiler vardı. Masalar, sandalyeler ve karşı duvarda televizyon duruyordu. Kimileri gazete okuyor, kimileri ise televizyona bakıyordu. Dışarı bahçede, iki tane Tenis masası vardı, pinpon oynayan arkadaşlardan başka, masanın etrafında oyunu seyreden birkaç kişi daha duruyordu...
Kendi kendime "ne hoş yer, tam bana göre" diyordum. Az sonra Ağabeylerden biri çaycıya işaret etti, bana da çay söylemişlerdi, "burası senin yerin, ne zaman istersen gel. Okulda, ya da sokakta, sana bir şey diyen olursa da, bize geleceksin, tamam mı Aslanım" diyerek beni iltifata(!) boğuyorlardı. Ben içimden "oh be! Tam kafama göre bir yer" diyordum...
Okul çıkışı, soluğu dernekte alıyorduk. Dernekte çay parası da vermezdik, bazı ayak işlerinde gönüllü çalışırdık. Hafta sonları elimizde boyalarla "uygun" yerlere yazı yazmakta görevlerimiz arasındaydı. Daha büyük olanlarımızsa Afiş asmaya da giderdi. Bazen yazılarımız silinir veya üzerlerine karşı taraf yazardı, biz tekrar gider yazıların üzerilerini kapatır kendi sloganımızı yazardık.
Onlar "tek yol devrim" Dev Yol, Dev Genç yazar, bizse "kanımız aksa da zafer İslam'ın, Turan" Ülkü Tek, Ülkü Bir ve Üç hilal yapardık. Onlar "Faşizme ölüm" yazarlar, biz; "Komünistler Moskova'ya" diye bazen de yüksek sesle Marşlar söyleyerek, derneğe tekrar gelirdik.
...
Evinde, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, İlhan Selçuk okuyan ben, diğer yandan İlhan Darendelioğlu, Necip Fazıl, Ziya Gökalp okuyanda bendim. Saidî Nursi okuyor, Risalelerin hiç birini kaçırmayan da yine bendim. Öte yandan müzik tutkunu, adeta Türkü Aşığı ben; Ruhi Su, Selda Bağcan, Abdullah Papur Mahzunî Şerif ve Ozan Emekçi dinliyor, beri taraftan Hacı Karakılçık, Hilmi Şahballı, Âşık Reyhanî, Çobanoğlu ve Ozan Arif dinleyen de bendim Ve ben, sağcıydım(!)
Okulumuzda, zaman zaman boykot oluyordu, derslere girmiyorduk. Derslerimizin çoğu boş geçiyordu, bazı dersler, boş geçmesin diye İlkokul öğretmenleri derslerimize giriyordu. Ülkemizde biri veya birileri, çirkin bir oyun sahnelerken, biz bu oyunun figüranları durumuna düşmüştük. Çoğumuz, oynanan oyunun farkında bile değildik. Biz günü kurtarma peşindeydik, akıntıya kaptırmıştık kendimizi...
Sınıfımız tipik bir "Hababam sınıfı" idi, hatta öz be öz "İsmail Hayta" adında bir arkadaşımız, o yıl okulumuzdan ayrılıp eğitimini tamamlamak üzere Sivas'a gitmişti. Hep düşünmüşümdür, sevgili Üstat Rıfat Ilgaz bizi okuttu mu, yoksa bizden ayrılan sevgili İsmail, eğitimini Üstadın yanında mı devam ettirdi? Sinemamızın bu eşsiz şaheseri olan "Hababam sınıfı" yatılı kısmını saymazsak, bize çok uyuyordu.
Ders boykotlarının ardı arkası kesilmiyordu, biz cümbür cemaat doğruca "Gâvur Hamamına" giderdik. Gâvur Hamamı şirin ilçemiz Darende'nin meşhur "Kudret Hamamı" denen yerin ismiydi. Biz veya başkaları hep öyle derdik, öyle biliyorduk ismini. Darende'nin Tohma Kanyonunda ırmağın kenarında kayaların içerisinden çıkan bu su, yirmi, yirmi beş derce arası temiz bir kaynaktı, önünde havuzu da vardı. Buz gibi ırmak suyuna girdikten sonra hemen akabinde bu suya kendimizi atmaktan büyük keyif alırdık. Bazense Çayırlıkta toplanıp, top oynardık.
Kasabalar küçük yerleşkeler olduğundan, hemen herkes biri birilerini tanırdı. Akşamları ev sahiplerimize gider, televizyon izlerdik. Tek kanalın olduğu ve üstelik siyah beyaz yayın yapan, TRT'nin müdavimleri idik. Ne çok şey izlerdik, filim, Müzik, Belgesel. Tiyatroyu oradan görürdük, yedi kocalı Hürmüz'e, ibiş karakterinde Münir Özkul'a bayılırdık gülmekten. Sinema tek lüksümüzdü. Belediye sinemasına gitmek için paramızda olmazdı çoğu kez.
...

04.11.2008 şiirkolikte ve ilisulukfm.com da yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder