2 Haziran 2012 Cumartesi

Korkumdan susuyor(d)um

Bir zamanlar bu ülkede “Laiklik” vardı. Laiklik, tüm hayatımızı kuşatmıştı. Birey olmanın, bu ülkenin ferdi olmanın yolu Laiklikten geçerdi.
Dini değerleri olanlara asılan bir yafta idi “Anti laik” . Laikliği korumak kollamak da her “Vatanseverin” ortak gayesi olmalıydı, olmak zorundaydı… TSK durumdan vazife çıkarırdı, “Laiklik tehlikede”, “Laiklik elden gidiyor” gibi söylemlerin arkasından yasaklar, fişlemeler başlardı. Öğrenciler okullarından, subaylar ordudan atılırdı.
Dini değerleri ön plana alan partilerin kapatılması kaçınılmazdı. “Laikliğin odağı” olmak gibi bir suçlama ile milyonlarca seçmeni olan bir partinin kapatılması bir mahkemeye bakardı. Seçilen vekilin vekilliği düşürülür, direnen hükümetse birkaç tank sokaklara salınır Laiklik korunurdu(!)…
Başörtülü okumak isteyenler, ya okula alınmaz, ya başlarını açtırmaya zorlanır veyahut ta “İkna odalarında” ikna(!) edilirdi. Laik olmanın temel kuralı “üryan” bir giyim tarzıydı. Geleneklerine bağlı giyim kuşam maazallah laikliği tehlikeye düşürürdü. “Laik olunacak, ol!” dendin mi, olunurdu.
Öyle elini kolunu sallayarak “orduevi”, kışla gibi yerlere girilmezdi, girilemezdi. Hele ki, “badem bıyıklı” isen, “kirli sakallı” ve ya “mutaassıp görünen ve ya öyle tanınan biriysen hiç şansın yoktu. Sakal, sarık, cübbe giymek her “babayiğidin” harcı değildi. Başında “takkesi” olanı geçtik, Atatürk’ün emriyle giyilmeye başlanan şapkayla bile kışlaya girilmezdi, girilemezdi. Atatürk’ü, “Atatürk’ün bekçileri” koruyabilir ve onlardan daha mı iyi bilinecekti.
Tek tipçi, dayatmacı bir zihniyetin hegomanyası, tasallutu altındaydık. Okula başlarken gür bir sesle Andımızı okur sınıfa öyle girerdik. Bayramlarda “uygun adım” yürür, asker gibi disiplinle tören alanına giderdik. Törenlerimizin vazgeçilmezi “uyduruk” gazilerimiz başlarında kalpağıyla arzı endam eder, askeri araçların peşi sıra tanklar, toplar ve bilumum kurum ve kuruluşların iş makineleri, belediyelerin araç ve gereçleri ve elbette itfaiye ve kanalizasyon kamyonu da geçit törenine yerini alırdı…
Askeri ve sivil erkânın protokol konuşması ve protokol özenle seçilir. Her önüne gelen protokol kısmının yanında dahi yaklaştırılmazdı. Vatandaş ancak yol kenarına diziler “şak, şak” demek zorunda kalırdı. Allah var sadece hep bir ağızdan “Padişahım çok yaşa!” demiyorduk…
Milli Bayramlarda erkek evlatlarımız dar taytları ile kule yaparken genç kızlarımız ellerinde ponponlarla “yarı üryan” adeta “revü” kızları durumdaydı. Aile reisi olarak buna sesimizi çıkaramaz ve “saçmalık” olduğunu düşünemezdik(!) bile. Çünkü biz vatandaştık, çünkü biz halktık, halk demek “sürü” demekti. Kendi kararımızı kendimiz veremezdik, cahil, cühelayız ya, “Böyyüklerimiz” ne de olsa daha iyisini bilirdi.
Seçkin bir zümre vardı ve o seçkin zümrenin neredeyse hepimiz “uşaklarıydık”. Devletin asli sahipleri onlardı. Biz vergimizi verir vazifemizi yapardık, seçimden seçime adam sayılırdık. Atatürk tekellerindeydi, Laiklik keza öyle. Eğitim öğretimde karar vericiler kendileri, hâkim kendiler, savcı kendiler ve hükümleri emirdi…
Evet, dün bunlar oluyordu. Hemen hepimiz bu durumlardan rahatsızdık. Bizlerin durumunu en iyi bize benzeyen anlar dedik. Kendi lideri bile zulme uğramış hapis yatmıştı. Okuduğu bir şiirle “kodesi” boylamıştı. Mademki ezilmişliği var ve ezileni en iyi o anlar, o zaman onu seçmeliydik ve seçtik de…
Dün “tek tipçi” diyorduk, “dayatmacı” diyorduk. Statükonun temsilcisi, “militarist-devletçi” diyorduk, bu günde benzer şeyleri düşünmeye ve söylemeye başladık.
Dün laiklik dayatması vardı; bugün “din” dayatması var. Dindar nesil yetiştirmek onların vazifesi ve vatandaşın çocuğuna nasıl bir eğitim verileceğini en iyi kendileri bilir. Bir babanın, annenin alması gereken sorumluluğu “devlet” adına, hükümet adına alıyor ve karar verip uyguluyor. Doğru olan bu mu?
Bırakınız efenim, siz önümüze seçenek koyun müsaadenizle kararı biz verelim. Din ve ya inanç mademki “Allah’la kul arasında”, siz neden araya giriyorsunuz.
Bir veli çocuğuna isterse din eğitimi, isterse şaman eğitimi aldırır. O onun kendi kararı. Çocuğunu nasıl isterse öyle eğitir. Devletin görevi dindarlaştıracağım diyerek bir din mi dayatmak olmalı. Hala mademki yasamızda laiklik hükmü mevcut ve halen laiklik din ile devleti biri birinden ayrıştırmak ise ve öyle olduğunu farz ediyorsak, bunu nasıl açıklayacağız. Nereye koyacağız.
Oysa genel anlamında ve hemen hepimizin anladığı şekilde Laiklik her dine eşit mesafedir. Hıristiyan’ın çocuğu da, Müslüman’ın çocuğu da laiklikle teminat altına alınmıştır. Kaldı ki günümüzde laiklik bile başlı başına yeterli görünmemekte ve devletin sekuler olması gerektiği tartışılıyorken tüm bunlar ne anlama geliyor.
Dayatmanın bir başka boyutu değilse nedir. Dün beğenmediğimiz ve tek tipçi diyerek aşağıladığımız bir olguyu meşrulaştırmış olmuyor muyuz?
Dünyada sadece ak ve kara mı var. Diğer renkleri nereye koyacağız. Dinimizde buna ifrat ve tefrit deniliyor. Oysa İslam dini barış dini ve dinde zorlama olmadığını da biliyoruz. Bu zorlamak değil mi?
Oysa ne güzel ümitlenmiştik. Ülkemiz huzura erecekti. Yazılarımızla söylemlerimizle “iyi şeyler olacak azizim” diyorduk Gelecek adına güven duyuyorduk. Yönümüzü demokrasiye çevirmiştik. İkinci sınıf muamelesi görmeyecek, devletin asli unsuru olacaktık. Devletin tebaası, kapı kulu olmayıp devlet vatandaşına “kul” olacak hizmet verecekti ne oldu?
Kutsal devletin yerini “vatandaşı adamdan sayan” devlet alacaktı. Her düşünce kutsaldı ve herkesin düşüncesini özgürce ifade etmesinin önü açılacaktı. Fikirler fikri platformlarda tartışılıp “düşünce suçu” ayıbına son verilecekti. Yaşam hakkının kutsallığı, özgür olmanın vazgeçilmezi özgür düşünmek ve düşüncesini özgürce ifade edebilmek değil midir?
Bir düşünceyi diğerine dayatmak mı demokrat olmak... Demokrasi sadece güçlü olanın her düşündüğünü söylemesi ve uygulaması mı demektir. 
Hani sosyal devlet olacaktık. Devletin eski “ayıplarını” sorgulayıp yeni ayıplar yapmayacaktık. Ekonomide, yakaladığımız başarıyı demokrasi ile taçlandıracak ve ülkeye huzur ve barışı mukim kılacaktık…
Fişlemeler, adam kayırmalar son bulacaktı. Hakça, eşitçe ve adilce üleşecektik. Devletin yaklaşımı herkese eşit olacaktı. Birinin diğerine üstünlüğü olmayacaktı. Devlet belli bir sınıf ve zümrenin olmayıp herkesin hepimizin eşit şekilde yararlanacağı bir yapı olacaktı. Herkes etnik kökenine bakılmaksızın bu ülkenin eşit vatandaşı sayılacaktı.
Kanun önünde olduğumuz kadar uygulamada da eşit yurttaşlık esas alınacaktı. Vatandaşlık bağı ile kendi dilimiz ve dinimizle var olacaktık.
Kısacası ve açıkçası ümitlerimi kaybetmek üzereyim. Hükümet arakasına aldığı yeli heba etmeye başladı. Azınlığın çoğunluk üzerine tahakkümünü düşünemiyorsa çoğunluğun da azınlık üzerine başka türlü bir tahakkümü düşünülemez.
Çok olmak, çok rey almak illa da haklılık anlamına da gelmez. Eğriye eğri, doğruya doğru… Tarihteki örneklerine bakınca “Hitlerin” de arkasında geniş halk yığını vardı. Halkın gücüyle güç birliği yapınca dünyaya meydan okumakla kalmadı, dünyanın başına bela oldu, bela açtı. Saddam Hüseyin ve Libya lideri Kaddafi’nin de arkasında geniş halk kitlesi vardı. Halktan aldığı gücü halkına karşı kullanması onların sonu oldu…
Bugün ülkemizde halen ve ne yazık ki bu hükümetin alternatifi yoktur. Yarının ne olacağı ne getireceği belli olmaz. Hani hep diyoruz ya “mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var” …
Umarız ve dileriz ki yaptıkları iyi ve doğru şeylerin hepsini, alkışladığımız başarılarını bir iki yanlışlığa heba ederek yerle yeksan etmesinler. Yeni Anayasa ve diğer tali icraatlarına hız verip, demokratik bir Türkiye’nin önünü açan yasalarla uygulamalarla demokrasiyi inşa ederler ve biz yanılırız. Doğrusunu isterseniz yanılmayı da çok isterim. Lakin yukarıda da dediğim gibi ümitlerimi kaybetmeye maalesef başlamış bulunuyorum…
Hadisi şerifte “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” buyruluyor. Biz bildiğimiz doğruları savunup, söylemeye devam edeceğiz. Hatalardan dönmenin erdemliliği de hepimizin malumu. İnşallah bu erdemi de gösterirlerde ben ve benim gibi düşünenleri yanıltırlar.
Yeni bir gün ve gündemde görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder