20 Mayıs 2012 Pazar

19 Mayısın Ardından

19 Mayıs gençlik ve spor Bayramını geride bıraktık. Bu yılki kutlamalar her 19 Mayıs’ta olduğu gibi şaşalı bir tören havasında stat da bir tören olarak değil de bütün bir haftaya yayılan çeşitli etkinliklerle kutlandı.

Okul öğrencilerinin zoraki bir tören üniforması giymeden, hep o bildiğimiz kule yapma ve ponponlu kızlar geçidini görmeden olması gerektiği gibi daha sade ve “içten” bir kutlamaya tanık olduk.

19 Mayıs kutlamalarında askeri bando ve uçakların alçak irtifada uçuşlarının ne ilgisi var muhabbetine girmeyeceğim. Adı üstünde Gençlik ve Spor Bayramı, o halde bırakalım gençlik kendi kutlamasını nasıl istiyorsa öyle kutlasın. Kimi tiyatro gösterisi düzenler, kimisi resim heykel sergisi açar. Kimi spor kulübü ve dernekler meziyetlerini sergiler, bizlerde katılım göstererek gençlerimizi yüreklendiririz. 

Bugün hemen her ilde gençlerin büyük bir coşkuyla bayramlarına nasıl sahip çıktığını gördük. Yapılan her etkinlikte büyük katılımlar vardı. Hiç kimse yapılan programdan hoşnutsuz görünmüyordu. Uzun uzadıya yapılan abartılı protokol konuşmaları ve hepsi biri birinin tekrarı olan sıkıcı nutukları dinlemek zorunda kalmadık.

Bunun yerine Gençlik koşuları düzenlendi, konserler verildi. Çeşitli spor dallarından gösteriler izledik. Bakın göreceksiniz önümüzdeki yıllarda daha bir coşkulu kutlamalar olacak. Çeşitlilik artacak kuşkusuz. Bu yıl törenlerin kısmen iptali son ana denk geldi. Böyle olunca gençler hazırlıksız yakalandı. Nasılsa okullarda tören için birileri seçilecek, bir ikisi şiir bir diğerleri de elinde dövizlerle statlara yürüyecekti, askeri konvoydu, bandoydu derken gökten bir paraşütçü bayrakla sahaya inecekti günü kurtaracaklardı…

Gençler şimdiden önümüzdeki bayramın planlarını hazırlamaya başlamışlardır diye düşünüyorum. Bakalım yaşarsak göreceğiz inşallah…

*

İki binli yılların başıydı, mahalleden bir ağabeyimizin oğlu benim bahçede saz çaldığımı görmüş. Çocuk evin etrafında dolanıyor, çat kapı yapacak ama benimle arasında bir komşuluk ve ya hısımlık hukuku yok. Ailece görüştüğümüz filanda yok, babasıyla sokakta, kahvede karşılaşınca selamlaşıyoruz, konuşuyoruz havadan sudan o kadar. Yani genç kardeşim benim akranım da değil, öyle olunca tanımadığı birinin evine gelebilecek biri değil haliyle.

Bir gün babasıyla bir çay ocağında karşılaştık. Karşılıklı selam, kelam hasbi halden sonra “biliyor musun” dedi, “benim oğlanlardan biri gitara meraklı, ama diğeri senin gibi Türkücü, senide duymuş beni sıkıştırıyor” diyerek konuya girdi. 

Ya ne güzel işte, dedim. Gençler kahveye gidip, sokaklarda gezeceğine bir enstrüman öğrenir hem kendini geliştirir hem de faydalı biri olur, zararlı bir alışkanlık edinmez dedim. Bir gün sana gelsin de bir bak, benden saz almamı istiyor, yeteneği var mı, yapabilir mi? Deyince de memnuniyetle kabul ettim. Olur dedim, nasılsa yaz ayındayız bahçeye gelsin oturur çalar söyleriz dedim gülerek. Çok memnun olmuştu, akşama göndereyim dedi.

Sanırım haziran ayları filandı, ben her zamanki gibi bahçede divana oturmuş, sazım elimde çayım yanımda kendime konser veriyorum. Evin çitlerinde hızlı adımlarla genç kardeşimin gelişini gördüm. Bahçe kapısına vurdu ve müsaade istedi, “abi müsait misiniz gelebilir miyim” dedi. Buyur edip içeri aldım, nasıl bir heves, nasıl bir heves sormayın. Gözleri ışıl ışıldı. Kendimden biliyorum bu merakı. Babasının daha önce hevesli diye aldığı sazı elinde utana sıkıla taşıyor gibiydi. Küçük bir cura sazı vardı, Tokat’lı bir satıcıdan “çok ucuza” almış. Ucuz dediğime bakmayın, o günün piyasasına göre oldukça pahalı almıştı. 

Ne çalıyorsun, neleri seversin, kimi dinlersin diyerek genç kardeşimle hem sohbet ediyorum hem arada sazımı tıngırdatıyorum derken hadi birde seni dinleyelim dedim.

Genç kardeşim terlemeye başladı, çok utangaç bir mizacı vardı. Abi dedi, senin sazının sesini duyuyorum, benim dinlediklerimde aynısı zaten dedi. Genç kardeşim 15-16 yaşlarındaydı. Ali Ekber Çiçek, Musa Eroğlu, Arif Sağ, Ali Kızıltuğ ve daha nice sanatçının eserlerine vakıf ve birçok türküyü ezberlemişti. 

Kendi kendisine A.Ekber Çiçek’in meşhur “Haydar, Haydar” parçasının tınısını yakalamıştı. Henüz hiçbir parçayı tam olarak ve ya benzeterek çalamıyor olsa da bahsettiğim parça ki çalınması en zor eserlerden biridir, onun melodisine yaklaşması hevesin ötesinde bu işi yapabileceğinin bir göstergesi idi.

Neyse uzatmadan genç kardeşime bir kâğıda kısa sap bağlamanın notasını yazıp verdim, vuruşları gösterdim ve elindeki curaya kısa sap bağlama akordu verip gönderdim. Yarın akşama gel kontrol ederiz dedim.

Ertesi akşam gelince baktım ki epey bir ilerleme kaydetmiş. Notalara eli arada kaysa da yerli yerinde vuruyor. Sazının akordu kaçmış, düzelttim. Ben çaldım, o tekrar etmeye çalıştı. Bir ara “ben böyle çalabilsem babam bana yeni saz alır ama…” dedi…
*
Ertesi gün babasıyla konuşuyoruz, nasıl dedi “benim oğlan bu işi yapabilir mi?” elbette, dedim. Yakında benden de ileri olur, çok hevesli, iyi bir müzik kulağı var dedim. Aybaşında ona saz alacaktım şu kadar filan istediler dedi. Bildiğim bir saz evine yönlendirdim, uygun bir fiyata oğluna bir saz aldı. 

Aradan birkaç gün geçmişti henüz, genç kardeşim “ustam” dedi, “benim iki arkadaşım daha var, onların hem sazı var hem benden iyi çalıyorlar ama seninle tanışmak istiyorlar müsaaden olursa bir gün gelsinler mi” dedi. Elbette dedim, genç kardeşimi kıramazdım. Ev müsait değil, işin kötüsü o yıllarda babamlarda bizde kalıyorlar, yaz günü bahçede oturuyoruz birkaç gün hevesleri gider evlerinde çalıp söyler diye düşündüm. Gelsinler dedim.

Ertesi gün bizim bahçede ben ve üç genç kardeşim derken karşı komşum ve hanımı, az sonrada teyzemler ve kızları hayda! Bahçe oldu mu düğün salonu, ne misafirlere gelme diyebiliyorum ne gençlere gidin, kalabalıkta o gün yeni öğrencilere pek bir şey gösteremedim, tanışma faslı gibi oldu…

Aradan beş altı gün geçmişti ki bahçeye gelen öğrenci sayısı sekiz-dokuz kişi olmuştu. Bir çözüm bulmak lazımdı nasıl yapayım derken gençlerden birisinin babasının öğretmenlik yaptığı okulda derslere devam edelim konusu ortaya atıldı. Nasıl olur müsaade ederler mi filan derken “hocam biz izin alırız” dediler.

Sonuç olarak gençler okul Müdüründen izin almışlardı, hafta sonu hademe okuldaydı ve bize söylenen sınıfta çocuklara ders verecektim. O hafta sonu okulda on üç öğrenci isim yazdırmıştı ve on biri derse gelmişti. İçin, için nasıl olacak bu iş Allah verede elime yüzüme bulaştırmadan bir şeyler öğretebilsem diyorum. Elimdeki ders materyali sazım ve bir tane bağlama metodu. Kitaptan önce ben çalışıyorum sonra gençlere öğretiyorum. Kurs almışlığım yok, öğretmenlikten anlamam, kendim kendime öğrendiğim bağlamayı bunlara nasıl öğreteyim derken epey bir dersi geride bıraktık. Bu arada bazıları ilk hafta, bazıları sonraki hafta derken öğrencilerden gerçek hevesli olan beş kişi dışındakileri dersleri boşladı.

Derse iki hafta sonunda beş kişi olarak yeniden bahçede devam etmeye karar verdik. Bir iki hafta sonra ben Ankara’ya gittim. On gün kadar sonra geldiğimde de çocuklardan üç kişinin oldukça işi ilerlettiğine şahit oldum. Sonrasında Elazığ’a taşındım ve benim öğretmenlik(!) görevim sona erdi. 

Aradan üç ve ya dört yıl geçmişti sanırım, bir gün Kovancılar öğretmenevinde genç bir öğretmeni gördüm. Kendi kendime Allah, Allah dedim, ben bu öğretmenle hiç konuşmadım, nerden nasıl tanıyorum düşünürken birden aklıma geldi. O da beni tanımıyor henüz ama ben hatırladım. O sırada oyun oynuyoruz, king filan, fethi Bey geldi masaya çaylarımızı bıraktı. Fethi bey karşı masadaki arkadaşı tanıyor musun dedim. Fethi bey gülerek ”çok ayıp ettin” dedi, “sen kendin hemşerini tanımıyorsun da ben mi tanıyayım” dedi, güldüm tamam dedim. Az sonra Fethi Bey arkadaşı masamıza yolladı, selamlaştık, tanıştık. Genç öğrencilerimden birinin ağabeyi, köyün birinde öğretmenlik yapıyormuş. Hafta sonları bazen geliyormuş, nasıl dedim kardeşin sazla uğraşıyor mu? Aynen devam ediyorlar, bir gurup kurdular düğünlere filan da gidiyorlar dedi. 

Nasıl sevindim bilemezsiniz, zaman, zaman hemşerim genç öğretmen kardeşimle karşılaşınca sohbet eder sorardım. Aradan zaman geçti, beş altı sene sonra yeniden Malatya’ya döndüm.

Bir gün baktım duymuş daireye gelip beni buldu. Akpınar’da bir dükkânda çalışmalarını sürdürüyorlarmış. Bir temsil hazırlıyoruz dedi, 18 Mart Çanakkale Zaferi Haftası için özel bir gece olacak sizde gelin dedi. Davet olurda gidilmez mi, memnuniyetle gittik elbette. 

Sabancı Kültür Merkezinde genç kardeşlerimi izlemeye gittim. Çok duygulanmıştım, tamamen kendi kendilerine bir temsil organize etmişlerdi. Şiirler okudular, kahramanlık destanları, Çanakkale Türküleri...

*

O gençler lise öğrencileriydi, yeni mezun olmuşlardı. Okullarında belki başarılı değillerdi, ancak önlerinde hiçbir öğretmen olmadan öğrendikleri sekiz tane nota ile işe başlayıp kendi kendilerine öğrendikleriyle gurup kurarak etkinlik yapabiliyorlardı. Hazırladıkları temsilin afişlerini bile kendileri tasarlıyordu. Konservatuar okumadan, tiyatro eğitimi almadan…

Şimdilerde o gençler nerededir bilmiyorum. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde olsalardı belki sahnelerin tozunu atıyor olurlardı. Bir TV kanalında, bir Filmde görebilecektik belki. O gençlerin tek şanssızlığı Malatya’da yaşıyor olmalarıydı…

Ve bugün Malatya birden bire sanki çağ atladı, son birkaç yılda gözle görülür bir kültürel atılım gerçekleştirmeye başladı. Umarım ve dilerim ki hız kesmeden devam etsin, bir sürü genç yeteneklerimiz heba olup gitmesin.

Bu bakımdan ilimizde birçoğu SODES projesi olan onlarca kurslar açılıyor ve bunları çok önemsiyorum. Gençler profesyonel destek alabiliyorlar, belediyemizin sanat merkezi birçok başarılı projeye öncülük ediyor. Gençlik merkezi, Halk eğitim bu konularda daha aktif olmalı. Üniversitemiz ve sivil toplum örgütleri kültürel alt yapıya çok önem vermeli. 

Hemen her dalda bir Malatyalı görmek mümkün ve bu sayı daha da çok olmalı. İlimizin toprağı kadar insanı da bereketli ve verimli, yeter ki fırsat verilsin… 
*
19 Mayıs’tan girip nereye geldik değil mi? Kısa bir anekdot aktardım. Gençlere fırsat verilirse Bayramı da Bayram gibi kutlayabilir. Öyle “üfürükten” nutuklarla değil de tam olması gerektiği gibi. Panellerle, konferanslarla, konserlerle, tiyatrolarla ve elbette sportif faaliyetlerle…

Bir 19 Mayısı böylece geride bıraktık. Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Cumhuriyetin varisi gençler, Atatürk’ün hedeflerine emin adımlarla, Türk gençliğine yaraşır bir olgunluk ve kararlık içinde sahip çıkarak daha nice 19 Mayısları kutlayacaktır.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun gençler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder